15 Haziran 2013 Cumartesi

Kur'an Okumaları-1- Metin Karabaşoğlu


Sizler daha önce Metin Karabaşoğlu'nun hiç kitabını okudunuz mu bilmiyorum ancak bu fakir için Ku'an Okumaları 1, tanışma kitabıdır. Çok memnun olduğumu söylememe gerek yok sanıyorum. Uzun süredir takip etsem, dinlesem de okumak farklıymış onu gördüm. 

Metin Karabaşoğlu İzmir'li bir siyasalcı. Karakalem dergisinin editörlüğünün yanısıra kitap çalışmaları var.


Şeklinde bir cv özetinden sonra...
Öncelikle belirtelim ki Kur'an Okumaları 1 hiç de kolay bir kitap değil muhterem kâriler. Konunun ağırlığının yanısıra yazarın dili de zorluyor okuyucuyu. Derinlere dalıyorsunuz konuyla birlikte üslûpta sizi derinleştiriyor. E tabi biraz zorluyor da. Fakat bunun yanında Metin Karabaşoğlu beyefendinin muhteşem ufkuyla tanışıyorsunuz. Beni en çok etkileyen kitapta bu oldu. Bazı kitaplar okuyucusunu alır bir basamaktan bir basamağa taşır. Okurken büyür, gelişir, hatta olgunlaşırsınız. En sevdiğim kitaplardır onlar benim. İşte Kur'an Okumaları 1 de böyle bir kitap. Yeni moda tabir ile 'felexible' bir okuyucu kitlesine hitap edebilecek bir kitap.

Birçok sahifeyi okurken kitabı bırakıp tefekküre daldığım oldu. Bunun için dahi yazara minnettarım. Yazarlık bu demek zaten kanaatimce; bildiğim bilgileri harmanlayarak bana aynı bilgilerden başka başka ufuklar açmak. Bu kitap fakir için aynen böyle bir kitap oldu. Yalnız şu var yazar çok üst perdeden anlatıyor bir çok ayeti ve sureyi. Yani Kur'an ile haşır neşirliği az olan okuyucuların henüz tanışmasını önerebileceğim bir kitap değil bu bağlamda. Zahire hakim, batındaki manalara meraklı okuyuculara hitap ettiği çok aşikâr. Bu sebeple basit ve net açıklamalar yok, direkt derin dalış yüksek uçuşa geçiyorsunuz. 
Ve çok sevebiliyorsunuz. Çünkü zannediyorum tüm Kur'an okuyucusunun isteğidir; kendi okumalarındaki erdikleri, eriştikleri ve anladıklarını paylaşmak. Bu anlamda herkesin ama herkesin Kur'an notluğu çok kıymetlidir gözümde. Ama derin ama sığ. Ama az ama çok. Herkesin kendi kabınca o mübarek kitaptan birşeyler alması...
Peki bir kitap herkese göre bu kadar değişik anlamlar taşıyabilir mi? 
Evet. 
Eğer mevzu bahis kainatın kitabıysa ve Allah kelâmıysa olur. Daha neler neler olur. Mesela Kur'an konuşur, mesela Kur'an doktor olur, pansuman yapar, mesela Kur'an dost olur, sır taşır. Hasılı olur, herşey olur. 
Kitapta altı çizili satırlarıma gelecek olursak;
Tefekkür deryası demiştik değil mi? 
"Avucumuza aldığımız anda eriyen kar taneleri, gün olur, yerin yüzünü metrelerce kaplar; insanlar evinden dışarı adım atamaz hale gelir. Bir karınca ordusu gider, Firavun'un sarayını yerle bir eder. Tüm mahluklar, böylece, cemal içinde celâli de gösterip, bir Cemîl-i Zülcelâl'den haber verir."
Şeklinde başladıktan sonra fakirinde hep dikkatini çeken bir sıralamaya parmak basıyor yazar, o sıralama beni sıra sıra zincirlere sevk ediyor:

Kimi mümine(başta kendime) yakıştıramadığım sözler duyduğum olur. İnancı olan insanın böyle düşünebilmesi garibime gider. Kaynağına bakmaya çalıştığımda ise hep aynı noksaniyet görülür; imani zaafiyet! İslam Akademisi'ne giderken aldığımız derslerden biri de Akaid dersiydi. O ders ki, sınıfın en tenha olduğu, pek rağbet edilmeyen bir dersdi. Birçok talebenin tabir-i caizse hafife aldığı kolay bir ders. Ne vardı ki imanın esaslarını bilmede çocukluğumuzdan beri belli olan; meleklere iman, Kur'an-ı Kerime iman... gibi ezberlediğimiz kaideler...Şu gün bakıldığında teoride en iyi bildiğimiz ders pratikte en zayıf olduğumuz hali göstermekte. En basiti meleklere iman eden bir mümin yalnızlıktan bahsedebilir miydi? Heyhat! 
İşte o sıralama:
 "âminu ve amilu's-sâlihati' yani 'iman eden ve salih amel işleyenler' kalıbı, sürekli bu sırayla sunulur. Bu vurgudan anlarız ki, bir eylemi, bir fiili, bir ameli 'salih amel' kılan unsur, onun imani bir kasd ve niyetle yapılmasıdır.
Fakat birçoğumuzun o iman eden kısmı hiç dikkatini dahi çekmiyor. İman ettik zaten neden bir daha bir daha düşünelim ki diye geçiyor. Oysa iman, iman... Ah herşey orada başlayıp orada bitiyor. Orada düğümlenip orada çözümleniyor...
Bu noktada Ömer Tuğrul İnançer hocamın sohbeti gelir hatırıma; islamı tapınma dini haline getirdiğimizden dem vurur hocam aynı diğer semavi dinlerde olduğu gibi. Oysa ki islam tapınma dininden ziyade niyete dayanır. Hayata dayalıdır. Her ama her noktadadır. Her noktadaki niyettedir.Niyetsiz yapılan hiç bir amelin kabuliyeti yoktur. Bu yüzden Kitabımız amelden önce hep aynı vurguyu yapar önce NİYET...

Altı çizili satırlarımı aktarmakya devam ediyorum. Bir paragraf arası ne güzel diyor: 
"Dinlemek, eğer söylenen mâkul birşey ise, ve kendisinin o ana kadar taşıdığı kanaati çürütüyorsa, bu kanaatten vazgeçip hakkı teslim etme cesaretini de ihtiva eder."
!
 İnsanların dinlemekden kastı duymak oluyor olmasın? 

Bir hatırlatma payıma ilk okuduğumda da bu denli etkilendiğim; 
"Münkirlerin inadı karşısında üzülen Peygamber aleyhisselamı Allah " Sen ancak bir hatırlatıcısın; zorlayıcı değil" diyerek teselli eder. " Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" diye meydan okur. "Bırak, havuzlarında oyalansınlar" diye, vahye kulağını kapatanları, Hesap Günü'ne havale eder."

Kur'an Okumalarımıza devam ettiğimizde her kârinin eminim hatırına gelecek bir ikaz vardır. "Akletmez misiniz" Allah sürekli bu soruyu sorar kullarına. Aklederim inşallah tefekkür bile ederim Rabbim diye cevap verme şımarıklığında bulunurum kimi zaman. En sevdiğim ibadettir tefekkür. Sahi tefekkür ibadet midir? Hemde sevap tüccarlığı yapmış olmayacaksam bildirmeliyim ki; bir çok ibadetten kat be kat daha sevap. Bunun nedeninide sanırım Metin Karabaşoğlu hocanın yaptığı tefekkür tanımından anlayabiliriz:
"Akletme yalnız akılla yapılan tek bir düşünme işlemini; tefekkür ise, tüm duyguların seferber olduğu sürekli bir düşünme ameliyesini ifade eder."
Sürekli Onu düşünmek...

Kum, fe enzir!
(Manası, tefsiri sizin olsun)

Sonra "İkra!"
...
Güzel bir sözdür twitterdan öğrendiğim; "Biz Allah'ın "Oku!" emrini diploma al olarak anladık" cümlesi. Peki gerçekte Rabbül aleminin 'oku'dan kasdı neydi? Bunu anlayabilmek için siyer ilmiyle biraz haşır neşir olmak gerekir. O ilk ayetten sonra bir süre vahiy kesilir. İşte o zaman diliminde Peygamber(s.a.v) okumayı öğrenir. Kitabı değil kainatı okumayı öğretir Rabbisi. Bu yüzden Ebu Kubays tepesinden "Ey Mekkeliler! Ey insanlar! Okuyun!" diye de seslenmez.Çünkü o ayetin muhatabı bizzat kendisidir. Ve kainatı okuyabilmek onun nevi şahsına münhasırdır. 3 yıl gibi uzun bir süre "Oku!" emrini nefsine belletir. O'nu yaratan Rabbisinin ismiyle okumakla sorumludur. Bu hitabın ağırlığıyla "örtün beni" der "örtün..." Bundan sonrasında "Ey örtüsüne bürünen" hitabı manidardır. Sırdır. Bu hitap ile layıkiyetini ispatlar cânım Efendim. Hakikat satıcısı değil, talibi, talebesi olduğunu belgeler. Tereddütsüz ve kesintisiz 3 yıl boyunca iman hakikatlarını önce kendi duygularına sindirme tavrı onun şanına ne çok yakışmıştır. Ah Efendim ah...
İşte tefekkürünü çok sevdiğim bu iki ayete dokunuyor yazar da; İkra ve Müdessir... 
"Fetret- i vahiy' yani vahyin kesilmesi diye isimlendirilecek olan hayli uzun bir süre. Bir rivayete göre iki buçuk yılı, diğer bir rivayete göre üç yılı bulan upuzun bir süre."
"Ya eyyühel müdessir!" hitabını bununla birlikte düşününce, "ey örtüsüne bürünen" hitabındaki örtü kalkmaya başlar. Vahiysiz kaldığı dönemde örtülere bürünen(yalnızlık ve tefekkür) Efendim(s.a.v)'e Rabbisi; "Artık örtülerinden sıyrıl ve kalk" der. Tebliğe teşvik eder.
"Kalkıp uyarmak, ancak 'örtüsüne bürünen'lerin lâyıkınca ifa edebileceği bir ilâhi lütuftur."
!

Diğer satırlarıma gelince:
"Gazete-televizyon haberlerinin kulluğumuzu hatırlamaya değil, bilakis unutmaya vesile olan yorumlar sunduğu bir vasatta, 'susma'nın da bir oruç' olduğunu bilelim."

Gönlümde yeri başka olan peygamberlerim olan İbrahim aleyhisselamın bir duasını yazıyorum not defterime; " Rabbi'c'alnî mûkime's-salâti ve min zürriyyeti." yani "Rabbim, beni ve soyumdan gelecek olanları namazı devamlı kılanlardan eyle"

Tâlut'la beraber nehrin öte yakasına geçen müminlerin duasının yanına bir yıldız ekliyorum:
"Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver, kâfirlere karşı bize yardım et."

Sonra sahih bir rivayet öğreniyorum. Çok hoşuma gidiyor. Resul-i Ekrem efendimiz yılan gördüğünüzde, " Enşednâkum bi'l-ahdi'llezi ehaze aleykum Nûhun" yani "Nuh'a verdiğiniz söz sebebiyle, Allah aşkına bize dokunmayın deyiniz" buyurmuşlar.
Bir anne düşünün şimdi, evladını kıra ormana gönderirken "Selâmun alâ Nuhîn fi'l-âlemin" desin. Mahlukat Nuh aleyhisselamın selamını alsın. Nuh'un yolunda olduğunuzu bilirse sizden, evladınızdan ona zarar verecek bir tavır görmezse size ve biriciğinize zarar vermeyecektir. 
(Hep birlikte; Subhanallah)

Muazzam bir tespitte 'çağının mahkumu bir milyar müslüman'a karşı oluyor Kur'an Okumalarından.
Müslümanın özgürlüğünü ve fethini Kâfirun ve Nasr sureleri ile açıklıyor yazar. 
Malumumuz 'günümüz modern müslümanları' olmak şeklinde bir algı var. Buradan maksadın da 'modern tebliğ' olması durumu. Hani kolaylaştıracağız sevdireceğiz ya! Bu kolaylaştırma ve sevdirme başkasından ziyade nefsimize kolaylaştırma oluyor sanki. Metin Karabaşoğlu hocam da böyle bir kolaylaştırma modernleştirme zorunluluğunun olmadığını "Lekum dînukum veliyedin" fermanı ile izah ediyor. Bu ferman ile müslümanın yalnız kalmayacağını "Lâ a'budu mâ ta,budûn/ Sizin taptığınıza tapmaycağım" kararlılığında yaşayan sahabilerin 8 yılda 40 kişi(müslüman) ilken 30 yılda müslümanların on milyonlarca kişi  olmaları ile ispatlıyor.

"Nasr 'yardım' demekti, 'nasrullah' ise Allah'ın yardımı. Sonra feth..."
Virdin sonundaki 'estağfirullah'ın sebebine başka bir sebep daha ekliyor Metin Karabaşoğlu hocam Nasr suresinin tefekkürü ile. Bir daha teşekkür ve hamd ediyorum.

Kitabı okuduğum sıra tanıştığım ateist arkadaşlarımın sözlerine cevap oluyor bu satırlar, bir daha irkiliyorum:
"Şu koskoca kâinatta cismi itibarıyla bir toz zerresi mesabesinde bile olmayan insan, küfür ve isyanı yüzünden, bütün bir kâinatın varoluşuyla, bütün canlıların hayatlarıyla ettikleri tesbihat ve şehadeti hiçe saymakta; tümünün hukukunu zayi etmekte; tüm mahlukların ubudiyetlerini yalanlayıp çarpıtmaktadır. Sonuç olarak, küfür ve isyan halindeki tek bir insan, tüm kâinatı ilgilendiren külli bir cürme yeltendiği için külli bir itab, ikaz ve lânete konu olmaktadır.

(Kitaba devam ederken "Kârun öldü mü?" başlıklı konuya geliyorum. Bu başlıkla ilgili 4 sahifenin de uçlarını kıvırarak mektup şekline getiriyorum. İnsanoğlunun para kazandıkça mülk edindikçe okuması gerekir diye de renkli kartonlara yazıp asıyorum duvarıma. Uzunluğundan ötürü hem buraya yazmıyor hemde bildirmeden geçemediğim için bir parantez şeklinde açıyorum kâriler... )

Muavvizeteyn yani Felak ve Nas surelerine de dokunuyor yazar. Bildiğiniz gibi iki surede 'euzu' ile başladığı için şerden Allah'a sığınma anlamında olduklarından Muavvizeteyn diye adlandırılmakta.
Öyle güzel açıklıyor ki Metin Karabaşoğlu hocam her bir ayeti kelime kelime...
"Eûzu demek, "Acizim; kadir değil. Yolcuyum; rehber değil. Hidayete muhtacım; hidayet kaynağı değil" diye kabul ve ilan etmektir."
Ettik ya Rabbi!

Ve kitabım bitiyor.
Kitabın son sahifelerine birşeyler karalıyorum sonrada uzun uzadiye düşünüyorum: 
Rububiyet - Malikiyet - İlâhiyet
Rab           - Malik       - İlah
Muazzam düzen - Herşey O'nun - İlla Allah
Kavra         - Anla   -     Yaşa(Tap)

Kitabı okuduktan sonra da yazdıktan sonra da aynı kanaate bir daha varıyorum; tekrardan okumalıyım...

Okuyanlara selam etmeliyim... Es selamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtühü muhterem kâriler...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder