23 Nisan 2013 Salı

Aşk-ı Sükûn- Nuriye Çeleğen

                                Biliyorum, sıkıldık artık aşkın bu kadar aşikar edilmesinden, olur olmadık her yerde kullanılmasından. Bu sebeple kütüphanemde bekleyenler arasında yer almış bir senedir Aşk-ı Sükûn... İyi ki de beklemiş zira başka bir zamanda okusaydım bu denli iyi gelir miydi bana bilemiyorum. 
Günlerce Hz.Hacer annemi sayıklıyorum.Zihnimde hep o esmer kadın var. Kalbimde ise öğütleri...
Ve artık bir kitap okuma zamanı geldi diyorum. Ama öyle bir kitap olsun ki o beni okusun, 'benim kitabım'ı okumama yardımcı olsun... Kütüphanemi karıştırırken elime bir kitabı alıp inceliyorum. Kitaptaki "Her kadın Hacerdir" yazısına takılıyorum. Tamam diyorum bu. Başlıyorum okumaya, ne de iyi ediyorum muhterem kârilerim, âh bilseniz. Meğer Aşk-ı Sükûn Hz.Hacer validemizi anlatırmış. Biricik dedemizi Hz. İbrahim'i hatırlatırmış bize yeniden...

Kitap Nesil Yayınevinden çıkmış, yazarı Nuriye Çeleğen hanımefendiyi tanımamakla birlikte ilk defa okuyorum. Değişik bir anlatım tarzı mevcut. Bir roman olmasına rağmen kitabımız, kitabı akıcı kılan yazarın kaleminden ziyade, muhabbetidir diye düşünüyorum. İçerimdeki bir çok cümleyle karşılaşınca kitapta, dünya gibi diyorum kelimelerin dünyası da küçük muhakkak karşılaşıyoruz birileriyle... Böyle bir karşılaşma oldu fakir için Nuriye Çeleğen hanımefendinin kalemi. 
Ve Aşk-ı Sükûn'u nacizane şiddetle tavsiye ediyorum bayanlara. Ve tabi beylere de Hz.Haceri tanımayan herkeslere...

Kitabın girizgahı elif,lam,mim üçlemesinin felsefesiyle başlıyor. Bildiğiniz üzere türkçe,arapça hiç bir dilde açıklaması olmayan Kuranın mucizelerinden biridir elif, lam, mim. Herkes aşka vardırıyor bu güzel üçlüyü. Birlik olarak(elif), aracı olarak(lam) ve son(mim) olarak... Bana ise başka bir çağrışım yapıyor elif,lam,mim ; elem... Payıma düşen tefekkür notları yer alıyor bu sahifelerde.
Sonrasında başlıyor roman Hz.İbrahim ile Hz.Hacer'in hikayesini anlatmaya. Bilmeyen kâriler için hikayeyi özetlemeyelim ki kitabın onların dimağındaki seyri bozulmasın. Biz Hz.Hacer annemizin dilinden payımıza düşenleri nakledelim:
"Acı müjdeydi. Öyle bellemiştim. Her sevinç, önce bir acı habercisiyle gelirdi. Her müjde, önce acı ile uyandırırdı insanı gafletten. Acılara değil, acıların sonucuna bakardım. Hayra yordum" Her acıya bu bakış açısı ile baktığımızda ne çok müjde ile şerefyab oluyoruz aslında diğmi? Bu yüzdendir ki " Allah sevdiği kullarının kalbine birliğinin yansıması hüznü atardı önce. Hüzne tutunan insanlar, kullukta adım adım yol alırdı."
Biliyoruz ki Halillullah olan peygamberdi Hz.İbrahim, kitapta bunun nedenini öyle güzel buluyorsunuz ki. Bir peygamberin Halil yani Allah ile dost olması için verdiği cevaplar... Öyle ki Nemrut Hz.İbrahim'i ateşe atacağı zaman Cebrail aleyhisselam yardıma yetiştiğinde biricik peygamberimizden şu cevabı alıyor :" Dostum ile arama girme ya Cebrail!" Subhanallah... İşte İbrahim, Cebrail'i öteleyince ,o an Rabbi onu Halil'i (dostu) olarak kabul ediyor. Hani Allah'a direkt aracısız bağlanıcılara  duyurulur. Hz. İbrahim peygamberin aracısız bağlanmak isterken ödediği bedel, geçtiği sınav... Cebrail aleyhisselamın yardımına yok diyebilecek imandayız sanki de direk bağlantı yapabileceğiz! Her neyse... 
Ve o peygamber ki ölüm anında verdiği cevap ile beni bir daha vurdu; gönlümden... Azrail aleyhisselama "Ben Cebrail'in yardımını reddetmişim Rabbim yardıma yetişssin diye sana canımı vermem O alsın" diyor. Ve Rabbülalemin kendisine " Gel "diyor. Âh efendim âhhh...
Bu iki cevabı düşünerek geçiriyorum saatlerimi derken annem bir kıssa ile geliyor; Hz. İbrahim ile alakalı...Okuduğum kitabı bilmeden...(biz böyle yaşıyoruz, tevafuklarla) hazreti İbrahim aleyhisselam, semada kıyameti beklerken günahsız ölen bebek ve çocukların yetiştirilmesiyle ilgilenirmiş onlara islamı en iyi şekilde öğretirmiş. Onlarda o hesap gününde cehennemin kapısına gidip anne-babalarına şefaat için hazırlanırlarmış. Bu dünyada o canı yanan anne-babalar aslında ne kadar şanslı olduklarını âh bilebilseler!
(Kaynak isteyenler araştırabilirler sahihliğini, fakirce ben sahihliğine eminim)
 Yeni bir bilgi daha ediniyorum: İbrahim aleyhisselam ateşe atıldığında ve günlerce o ateşte kaldığında ateşin Rabbi ona serin ve selametli ol emrini verdikten sonra Cebrail, Hz.İbrahim'e cennetten bir gömlek ve bir yaygı getirmiş,gömleği giydirmiş, yaygıyı yere serip oturtmuş. Kendisi de oturmuş ve sohbet etmişler. Rivayet edilir ki o gömlek İbrahim aleyhisselamdan oğlu İshak peygambere ondan Yakup peygambere ve ondan da oğlu Yusuf aleyhisselama aktarılmış. Yusuf aleyhisselamın gömleğini babası Yakup peygambere göndermesi ve gözlerinin şifalanması üzerinde cennet kokusu bulunan o gömlek nedeni ileymiş.(Bknz: Ruhu'l Beyan 2/35)

Aşk ve sevgiye bakışıma yeni bir pencere açan bir kitap oldu Aşk-ı Sükûn;
" Sevgide mekan olurdu,aşkta ise asla. Aşk mekansızlıktı. Sevgi nefsin eliydi, cisimle bağlıydı. Sevgisi cisimde olanlar için mekan önemliydi. Aynı mekanda paylaşım olmadan sevgi boyutu teselli olmazdı. Aşk, sevginin kalbe ulaşmasıydı. Aşka ulaşan sevgi için mekana ve zamana ihtiyaç yoktu.
Sevgi nefistendi, aşk kalpten. Nefis, mekana ihtiyaç duyduğu için sevgisini dünyada isterdi, paylaşım arardı. Kalp, mekan ve zaman aştığı için paylaşım derdi bulunmazdı."

Sonra Bakara suresinin 260. Ayetini Beyzâvi açıklamasıyla buluyorsunuz kitapta. Ayeti hatırlatmak gerekirse: " Ey İbrahim! Dört tane kuş al, onları kendine alıştır. Sonra onları boğazla, etlerini karıştır,her bir parçasını bir dağa bırak. Sonra onları isimleriyle çağır. Hepsi biribirine karışmadan kemal-i süratle geleceklerini göreceksin." Hz. İbrahim denileni yapmış ve kuşların teker teker geldiklerini görmüş. Kuşların cinsleri; tavus,karga,horoz ve güvercinmiş. Beyzâvinin beyanına göre vechil tezyinat-ı dünyaya muhabbeti azaltmak ve şehevat-ı nefsaniyeyi öldürmek lazım olduğuna işaret için tavus kuşu seçilmiş. Kuvvet-i gazabiyeyi öldürmek lazım olduğuna işaret için horoz, haseti öldürmek lazım olduğuna işaret için karga seçilirken heva ve hevesi öldürmek lazım olduğuna işret için güvercin seçilmiş.
Seçilen hayvanları bir tahayyül etseniz muhterem kârilerim...

Aşk-ı Sükûn'u özellikle bayan arkadaşların okumasını tavsiye etmek gerek. Zira Hz.Hacer annemizi anlamadan hac dahi yapılamaz. Hep dikkatimi çekmiştir; Kâbe de yatan tek kadın O'dur. Nedendir? İslamın şartı olan bir ibadetin özüne oturmuştur onun ahlakı. Peki ama neden? Ve nasıl? İşte bu cevapları bulmak namına Hacer annemin peşine düşüyorum nice zaman önce. Yine yine yeniden Aşk'ı Sükûn ile buluyorum. Kadınlık duygularını aştığında insanın Hacer annemiz ile buluşabileceğine inanıyorum. Bu kitap ile, buna sizde inanabilirsiniz muhterem kâriler. Hz. Sâre İbrahim peygamberin ilk hanımı, kendi elleriyle evlendiriyor İbrahim'ini Hz. Hacer ile. Ancak sonrasında... Hz. Hacer'den şu sözler dökülüyor: " Sâre'de kıskançlık, bende sabır vardı. Sabrı olmayanın aşkı ne kadar olurdu? Sâre sevdi, sabırsızdı. Sevgisi aşka ulaşamadı. Ben sevdim sabrım vardı. Sabır sevgiyi aşk yapan iksirdi. Aşk, sabır kadardı. İbrahim sevgi ile Sâre de kaldı, ben sabır ile aşkı aldım." 
Ve bu sözler ile kovulan evinden yeni doğan oğlu Hz.İsmail ile düşüyor yollara böyle bir acı onun için tüm nefsi bırakmak oluyor. Acı kadar tamirat olurdu nefiste, annem içinde öyle olmuştu. Bir mahsun ile bir mazlumun duruşunu Rabbim nasıl kabul etmezdi ki?
Çölün ortasında bir başına açlıktan ölmek üzere olan oğluna yana yakıla bir damla su ararken alemlerin Rabbi ona çocuğunu ve kendini doyurabileceği bir su bahşediyor. O pınara "ZemZem" (Dur dur!) diye sesleniyor mübarek hatun. Sonra peygamber Efendimizden şu hadis nail oluyor bunun üzerine; Allah, İsmail'in anasına rahmet etsin, eğer Zemzem suyunu olduğu gibi bıraksaydı, etrafını kumla çevirerek 'Dur' demese idi, bugün bu su, buradan bir nehir halinde akmaya devam ederdi. Çünkü bu su Hazreti İbrahim bereketlerindendir." (Buhari, 1381)

Yalnızlığı bu kadar güzel izah ettiği için yazara bir teşekkür borçluyum; " Yalnızlık, insan kalbinin kendisini sığınılacak birinden uzak hissetmesiydi. Ben de sığınılacak her şeyden ayrılmıştım. İçimde kopan fırtınalar, yalnızlık koyunda dinmişti. Yalnızlık denizi ruhumu amansız dalgalarla dövüp durmuştu. Sonunda tüm nefsi duygularım kıyıya vurup, sahile atılmıştı. Sakindim. Fırtınadan sonraki güzelliği yaşıyordum. Arınmışlığı hissettim. Hafifliği algıladım. Yüklerimi attım kalbimden. Adımladım kalbin sahil boylarında. Açıktı gönül denizim. En büyük limana kulaç açtım dua dua. En büyük limana vardım soluk soluğa. En güçlü kapıya yanaştım yorgun ve bitkin. Yalnızlık fırtınasının savurmasıyla ulaştım tüm yokların " Var'ına...

Kâbe'nin hangi taşlardan yapıldığını biliyor musunuz muhterem kârilerim? 
Bu fakir bilmiyordu. Kitap sayesinde edindiğim bir bilgi olarak not almışım; Allah celle şanuhu Hazreti İbrahim'e Kâbe'yi beş dağın taşıyla inşa etmesini söylemiş. Tur, Zir, Hira, ve Heyûdî dağları. Allah görmeyi nasip etsin. Kâbe demişken yine ruhumu gönderiyorum oralara ve için için lütfen İbrahim peygamberimin çağrısına çok sayıda "Allahümme Lebbeyk" diyebilmiş olmayı diliyorum. Mağlum Allah Kâbe'yi inşa etme emri verince İbrahim aleyhisselam'a, şaşırmakla birlikte itaat eder fakat kim gelecek ki buraya dediğinde Rabbülalemin dağa çıkıp davet etmesini ister. Ama etrafında kimse yoktur o dağın o vakit. İbrahim aleyhisselam çıkar dağa ve insanları Allah'ın evine davet eder. Onun davetine bu dünyada bir bedende vuku bulacak olan tüm müslümanlar allahümme lebbeyk diyerek icabet ederler. O gün İbrahim aleyhisselama kim ne kadar icabet etmişsse bugün Kâbe'yi okadar cok ziyaret eder. 
Bu ara etrafıma öyle taşlar veriyorsun ki; kâbeni inşa ediyorsun sanki ya Rabbi! Özlemime bir damla su veriyorsun. Sanki yavaş yavaş artık öğren oraları diyorsun. Allahümme lebbeyk nidalarıyla en kısa zamanda nasip et , amin...

Hazreti Hacer annemin acıdığında keşfettiği satırlar gönlüme düşüyor.
Üzülenlere. Gönlünün acıdığını zannedenlere...  
"İnsanın niçin acı çektiğini düşündüm. Olaylar insanı üzer miydi? Olayların böyle bir özellikleri var mıydı, yoksa bizim algılamalarımızla mı olaylar acıya dönüşüyordu? Sonuncusu olmalıydı. Acıyı biz kesbederdik. Sonra da hadiseleri suçlu kabul ederdik. Aslında olaylar ruhumuza ve kalbimize ulaşmıyordu. Hadiseler ancak nefsimize ulaşıyordu. Kalp ve ruh Allah'la bağlıydı, nefis olaylarla ve dünya ile. Öyle ise olaylar da bir ölçüttü. İnsandaki nefis ve benliğin ölçütü. Ne kadar benliğimiz güçlü, ne derece nefisle bağlı isek olayların altında o kadar kalıp, o kadar üzüntü duyuyorduk. Hadiseler karşısında duyduğumuz acı nefis ve benliğimizin bizde hükmediş ölçüsünü veriyordu. Bu duyguları bana hissettirip; olayların zahirinden batınına intikal ettirmesine; 
Şükrettim." Şükrettim. Şükür ettim...

Allah'ın gireceği kalbin nasıl temizlenmesi gerektiğinin örneği Hacer annem; önce eşinden, sevdiğinden sonra evinden yurdundan en son ise evladından geçiyor. Geçecek, Allah'ı isteyen geçmek zorunda.
"Ben dünya kirlerini attım, aşkı yakaladım. Ruhun aşk sırrına ulaştım. Eşi ve çocuğu aştım. Ben yalnız kaldım, ruhun aşk mertebesinde, tevhit denizinde başımı ebede uzattım. Ben Bekke'de kaldım. Sâre eşiyle birlikte ebede baş koydu. Sâre ile İbrahim'in mezarları yanyana benim yalnızlığımı ve garipliğimi Kâbe bağrına bastı. Kâbe'de yatan tek kadınım. Yalnızlığımı Allah öyle giderdi ki, her an binlerce kişi etrafımda pervane gibi döner."  
Neden mazlum olma(e)k lâzım? İşte bu yüzden. Der sözü noktalarım muhterem kâriler; es selamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü...

20 Nisan 2013 Cumartesi

Kâfirun - Ahmet Tezcan



Bir cumartesi sabahı başlayıp akşamında biten bir kitabın özetidir bu yazı. Akıcı, kalıcı ve sahici bir roman isteyenlere tavsiyedir. Hele ki Çerkeslere şiddetle önerilen bir kitaptır Kâfirun...

Öncelikle yazarı Ahmet Tezcan beyefendiye çok teşekkür etmeli; böyle bir hayat hikayesini bizlerle paylaştığı için. Neden mi? Ne mi var bu hayat hikayesinde? Ne yok ki... 
Çerkes bir ailenin sürgününden, örfüne, anadoluya entegresine, zamane siyasisine kadar herşey var.  Siyaset demişken...
Mağlum biz Çerkesler Rusya tarafından sürülürken topraklarımızdan anadoluya, Osmanlıya sığınmıştık. En önemli nedenimiz ise özünde İslam'ı seçmek idi. Senelerce Hristiyan bir toplum olarak yaşadıktan sonra Osmanlı bize İslamiyeti taşırken kendiside böylelikle Rusya'ya hakim olmayı hedeflemişti.Fakat bu durumu erken farkeden Ruslar kominizmi kabul etmediğimiz için dedelerimize yapmadığını bırakmadı. 
Ve bugün ne yazık ki göç eden kafileden sonraki nesillerimizde o dönem buralara yeni akım olarak sunulan kominizme yada hafifletilmişi; sosyalizme tutuldu. Egenin Çerkeslerine has bir şey midir bilmem bir sosyalistlik hakim oldu biz Çerkeslere... Okadar ki Atatürkçü olan zihniyetlerle dahi tanıştım. Tanıştıkça daha doğrusu kendi sosyalist akrabalarımı da tanıdıkça hayretlerim şaşıyordu. Kominizmden dolayı memleketimizi terk etmişken nasıl burada onu benimseyebilirdik. Bu kadar mı kendimizden uzaklaşmıştık? Kafkasyadan neden geldiğimizi de mi kimseye sormamıştık? Akranlarımda modern olabilmenin bir yolu olarak algılanan bu sosyalist görüş iyice canımı sıkıyordu. Ta ki anadolunun Çerkeslerini tanıyana kadar... Asimilasyon ve etkileşimden hepimiz etkilendik. Yalnız anladım ki bulunduğumuz coğrafyanın da siyasi görüşümüzde büyük etkisi vardı. Anadolu köylerindeki Çerkeslerde bizim ege-marmara hattındaki gibi bir
modernite özentiliği(az) ve sosyalist akım kol gezmiyordu.Ve onlar dinlerini bizim kadar da kaybetmemişti. Sevinmiştim.
Din... Bizim millet olarak en zayıf yanımız belki de... Yada benim gördüklerimde. Evdeki yaşamımız ile düğünlerde gördüklerimi bağdaştıramayınca küçükken evde "ben çerkesle evlenmeyeceğim" der gezerdim. Hem Çerkes hemde iyi Müslüman ise çok az gördüm. İkisi bir arada olmuyordu sanki. Hani bir tabir var (haz etmesemde) "dinde aşırıya gitmek" neyse bu aşırıya gitmek bir ben bilemedim. Önce din ne demek diye bu kimselere sormak gerek. İşte bizim Çerkes milleti ne kadar yiğit, edepli ve saygıda pik yapmış insanlar olsa dahi din hususunda hep aşırıya gitmeyen insanlar olarak kalmışlardı. Bazıları hariç...Aristokrat bir yapı, mert ve yiğit bir oluş, asalet taşıyan bir duruş ve Xabze(örfler-adetler) yetebiliyordu. Harici de aranmıyordu. Fakat örfünü adetini yaşamayı bırakan bugünün kentli Çerkesleri ne acı ki örfü kaybederken tutundukları bir din algısı da olmayınca saçma sapan bir yaşam sürmeye, laf da ise Çerkes olmaya devam ettiler...

Kırşehir'in Çerkeslerinden olan Ahmet Tezcan beyi, Başbakan'ın danışmanı olduğunda ismini duymuştum ilk sonrası ise sosyal medyadan takip şeklinde seyretti. Çerkesliğini öğrendiğimde annemle paylaştığımda ise babamın eskilerden arkadaşı olduğunu öğrendim. Aile hayatını ise şimdi...
Kâfirun, yazarın hayatını anlatan bir roman muhterem kâriler. Babası Şıbzıko(ki bilinen bir sülaledir)Ali Hikmet beyden  annesi Çemiçe Havva hanıma, büyük dede Şıbzıko Hamit beyden Nenej hanıma kadar ailesinin her bireyinde gezindiriyor biz okuyucuları yazar. Aileleri hükmünde geçen mahalle sakinlerini de unutmuyor... 
Öyle etkileniyorum ki; okuduğum bir kitabın diyaloglarında "kaqo nise"(gelini çağırmak) gibi Çerkesce hitapları görünce... Ve dahada etkilendiğim bir nokta; Çerkes Ali Hikmet bey'in Üstad'a talebe oluşu...Şeyh Ahmed Lütfi Efendi'nin varlığı... Çilekeş Çerkes kadının sabrı ile kazandığı cezbeleri okudukça... Elhamdülillah diyorum kaybetmeyenlerimizde var. 


İşte muhterem kâriler Kâfirun romanı; bir çırpıda okunacak bir dil ile ( her ne kadar biraz argolu olsada) yazılmış olup bir dönemin -ki önemli bir dönemdir o; Menderes'in asıldığı- yansıtıcılığını yapan bir kitap bizlere...  Özellikle genç jenerasyonun hiç sıkılmadan okuyabileceği bir siyaset içeriği mevcut kitapta. İsmet Paşa'nın memlekete ettikleri,  evlerden Kur'anların toplatılması, Celal Bayar'ın durumu, Halk partisinin dünü ve yine dünü!, Menderes'e oynanan oyunlar, ve idam edilerek denize atılması ile bir memleketin düşebileceği en alt seviye; eserde incelikle veriliyor. Bir kenara not ettiğim tekerlemeye buyur edin; " Halk partiliden evliya sakın koyma avluya" :) . Kitabın genel akışı da bu seyirde samimi ve mütebessim bir edaya bürüyor sizi. 
Sonra gomonis(komunist) bir adaş ile dostluk...insanların vicdanî ve siyasi muhakemeleri hepsi çok güzel yer bulmuş bu kitapta inanın. Kırşehir şivesi ile akan dil ise gerçekten büyüleyiciydi. Keşke bütün romanlar bu şekilde aksa diyorum böyle kitaplar okuduktan sonra...

Hasıl-ı kelâm muhterem kariler; bir dönemi anlamak için, 60'ların anadoludaki sosyolojik fotoğrafını çekmek için bu kitabı okuyun. Hele ki Çerkesseniz mutlaka okuyun;) 

18 Nisan 2013 Perşembe

Çöl~Deniz - Sibel Eraslan



 Haticetül Kübra... Erken doğan erken yol alandı O...
"Dışı çöl, içi deniz" olan kadın..." Çölden deniz çıkartan"
O ki kadınların en yücesi...
İlk iman eden, ilk müslüman olan...
Gece gibi örten, Allah'ın Resulune setr olan...
Allah'ın ve Cebrail aleyhisselamın selam gönderdiği o yüce anne...
Peki ama neden Hz. Hatice?
İşte bunun cevabı annemizin bizzat hayatında gizli.
Neden peygamberimizin soyu Hz.Hatice'nin kızı Hz. Fatıma' dan türedi? Neden peygamber erkekti? Neden Hz. Hatice gibi bir hatun peygamberimize eş oldu? Allah'ın katında erkek kim kadın kim? Böyle bir cinsiyet ayrımımı var ,yoksa görev ayrımımı var? Bu soruların hepsi o yüce validenin hayatında saklı muhterem kârilerim.

Teselliler Kitabı'ndan da gönlüme teselli düşmeyince, elime derhal Hatice validemizi anlatan Sibel Eraslan'ın Çöl~Deniz kitabını alıyorum. Hz. Hatice'nin her hali, her kelamı gönlüme tesellidir iman ediyorum. Öyle de oluyor gönlüm sekinet ile şu mübarek günlerde O'nun eşrafında dolanıyor. Gönlümü köşküne gönderiyor seyr-i hâl ettiriyorum adeta. Bir gün gerçek olur mu diye düşlüyorum. Bu fakirini de hanene alır mısın ya Haticetül Kübra. " Evvelahir Haticetül Kübra..."

Hani bir gün Efendimiz(s.a.v) Hira dağında uzlete çekildiğinde Hz. Hatice ona yemek taşırken(sadece yemek getirmek değil maksadı sevdiceğinin iyiliğini de gözleriyle görmek. Kimi zaman zahiren kimi zaman gizli gizli Resullallah'ı izlerdi mübarek eşi.(Şimdinin kafası bunu eşini takip olarak anlar mazallah öyle olmadığını bildirelim) Cebrail(a.s) ile Efendimiz(s.a.v) işte o vakitlerin birinde sohbet ediyorlarken Hz. Hatice'nin uzaklardan geldiğini anlayan Cebrail aleyhisselam Efendimiz'e: " Ya Resulallah Hatice buradadır." deyince Efendimiz, onun hep yanında olduğunu söyleyerek mukabele etmişti.
" İşte yine senin ardına düşmüş, şu kayalıkların hemen ardında. O sana geldiğinde Rabbinden ve benden selam söyle ona. Rabbi ona içinde gürültü ve yorgunluk olmayan inciden bir Cennet Köşkü müjdeliyor."
 İçinde yorgunluk olmayan... Her yorulduğumda senin yorgunluklarını tahayyül ederim. Dünya senin içinde çok yorucu bir yerdi diğmi anneciğim? Allah dağına göre verirdi ya yükünü, sende koca bir dağ olduğundan vermişti bukadar. Kadın ve dağ... Kader birliği var gibi aralarında...
...
Hz. Hatice'nin hayatı, doğduğu günden itibaren, dalgası hiç eksik olmayan bir denizi andırırdı aslında...
İşleri asla sırasıyla arka arkaya grlmez, her iş ve oluşu bir mıknatıs gibi kendisine çeker, her nasılsa düzenlemesi gerekli bir sürü olayın ortasında bulurdu kendisini... Çoğu insan, intizamlı çekmeceler ve askılarla düzenlenmiş, gürültü patırtıdan uzak bir hayat diler... Ama onun hayatı tam tersine, ağzı bir türlü kapatılamayan şişkince bir bavula benzerdi... O yorgunluk nedir bilmez bavulda, herkese göre bir giysi, herkese uygun bir ihtiyaç muhakkak bulunurdu. Hz. Hatice'nin hayatı, başta başa yolculuktu aslında.

Bu zamanda olduğu gibi ozamanda zordu kadınlık. Hatta sanırım daha zordu. Hz. Hatice(r.a) aynı zamanda bir devrim yapmıştır Mekke gibi bir yerde. Bilindiği gibi Efendimiz onun 3.eşi ve ikinci eşinden boşanıyor. Ozamanlarda görülmemiş bir vaka, çocukları( Hale ve Hind ilk kocasından oğulları ve daha kundakta yeni doğan kızı Hind) ile çıkıyor gidiyor evinden. Ve Mekke'nin Tahiresi oluyor ticari zekasıyla. Önünde herkesin saygıyla durduğu, tüm aşiret liderlerinin talip olduğu bir Mekke hanımefendisi... Onun gönlü ise Mekke'nin yetiminde.
Hani hep anlatırlar Hz. Hatice talip oldu Efendimiz'e diye. İçimden hep merak etmişimdir usulü nasıldı acaba diye. Yazarın beslendiği kaynakların sahihliğine inanarak öğrendim. Rüyasında bildiriyor önce Hz.Hatice(r.a)'ye Rabbi, rüyasını kuzeni Varaka bin Nevfel'e (Hz. Amine'ye de ne güzel sözler etmişti o mübarek hanif...(bu insana bakınız muhterem kâriler)) yorumlattığında o da aynı kanaate varıyor. Ve bir aracı ile evlilik çağındaki Efendimiz'in neden evlenmediğini öğreniyorlar.
 Nufeysa Hatun sorar:
"Ey Muhammed ,seni evlenmekten alıkoyan nedir?"
Her zaman alçakgönüllü ve açık sözlü olan El-Emin başını yavaşça eğerek cevapladı. O başını eğince, gökler de onunla birlikte erimişti sanki, yedi kat gök, yedi kat su gibi toprağın içine alıvermişti... Topraksa onun başını öne eğişiyle birlikte içeri çökmüş, yıkılmamak için dağlardandestek almıştı... Allah bilir melekler tutmamış olsaydı dağlar da onun başını öne eğişiyle birlikte ortadan ikiye yarılarak çatlardı... Her şey alt üst olmuştu, her şey onunla birlikte baş eğmişti kısacası...
Kainat denen ayna, dalgalanmıştı, onun mahzun cevabıyla:
"Maddi durumum buna müsait değilken ben nasıl evlenebilirim?"
Hayhat... Ahh benim canım Efendim...
Bu şekilde bir konuşma ile Nufeysa Hatun Hz.Hatice'den bahsediyor ve evleniyorlar.

Kitabın sonları ise öyle akıcı gitmeye başlıyor ki nasıl akmasın; Resulallah'ın evinde Zeyd, Zübeyr, Zeynep, Rukayya, Ümmü Külsüm ve yeni doğan Hz.Ali...
Evlatlarından ayırmadan yetiştirdiği Zeyd, Zübeyr ve Ali'nin hallerine doyamıyor insan. Cengaver bir delikanlı olarak ergenlik çağlarında Zübeyr, daha ağzına anne sütü değmeden Resullullah'ın ağzında erittiği hurmayı damağında tahnik eden Ali. Hiç bir süt anneyi tutmayarak Efendimizin tahnik yaparak uyuttuğu Ali...İlmin kapısı olacak zülfikâr...
Ve Haticesi ile Resullulahın Hira'yı keşfedişleri... Hz. Hatice'nin eşini yalnız bırakmayarak beraber inzivaya çekilişleri...
Yine birgün Efendimiz Hira dağındayken. Henüz Cebrail aleyhisselam ile tanışıklıkları yok. 40 gün boyunca oruç tutar tefekkür eder (ozamanlar islamiyet olmasada hanifler varmış) Rüyasında Mikail aleyhisselam bozdurur orucunu ona envai çeşit yiyecekler sunar ve soğuk sudan içer. Melek ona harikulâde iftardan sonra Hatice'nin yanına varmasını ve Allah'ın kendisine sülbünden tertemiz bir zürriyet bahşedeceğini söyler. Böylelikle Hz. Fatıma doğar. Henüz Vahiy ile tanışmasa da Allah mesajlarını vermeye başlamıştır Resulûne. Resul ise şaşkın haline.
Vahyin geleceği son vakitlerde Resullulah artık eskisi gibi değildir. Başına gelenlerden korkuyor, endişelenir haldedir. Ozamanlarda ona destek olan hep biriciği Haticesi... Vahyin geldiği anda terler içinde eve girip "Beni örtünüz, beni örtünüz" dediğinde onu örteni Haticesi.
Allah Habibini iki şeyle desteklemişti; Melek ve Kadın. Vahyin muhattabıydı Hazreti Hatice.
 Öyle ki aklıyla Cebrail aleyhisselamın gelişiyle rahmani birşey mi yoksa şeytani bir durummu yaşadıklarını ispatlayarak Resule inandırandı. İmanın gücüne güç katan kadındı o.

Müthiş bir tabir;
Yüksek tahammül ve sabır ile rafine hale gelecek ruhları, her türlü yüksek ateş altında deneniyor, dünyanın her acısı onlara adeta yudum yudum tattırılıyordu... Sevenin ve sevilenin hamd olsun ki kaçınılmaz sonuydu bu.
...
Hep ayrı bir sevdim Siyeri. Tarihe merakım ilgim vardır ancak sahabenin hayatlarına ilgim bambaşka. Zihnimde hep canlandırmaya çalıştığım karakterler. Kim buna yardımcı oluyorsa ona minnet duyuyorum. Senelerce Ahmet Cemil Akıncı ile öğrendik ashabı. Sonrasında İkram Arslan'dan Ömer bin Abdülaziz'i tanıdım ki o da harikaydı. Çöl~Deniz için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Sibel Aslan hanımefendiyi gazete ve tv den takip etsemde kitap hususunda; ilk kitabını okuyuşumdu. Ve yazı dili okuma esnasında konsantrasyonumu öyle bozdu ki. İki sayfa niteleme sıfatı yazılmış Efendimiz'e. Romanın akıcılığından oralara geldikçe dağılıyorsunuz. Niteleme çok fazla uzun sürüyor kitapta. Fakirane böyle düşünmekteyim muhterem kâriler.
Burada kimseyi eleştirmek haddine sahip değilim. Tüm ilimleri severim ancak en güzel ilim hâd ilmidir ki Allah onu bilmeyi nasip etsin. Bu sebeple buralara yazdıklarım hiç bir iddia içermez. Kendi kendime arz-u halimdir.

Çöl~Deniz'den Bilgi olarak kaydettiklerim ise:
Hatice annemizin mihri dörtyüz dinar, oniki ukıyye ve bir neş altın ayrıca yirmi adet genç deve.
İlk çocukları Hz. Kasım evliliklerinden 4 sene sonra dünyaya gelir.
Hacerül Esved taşının melekler tarafından Hz İbrahim' e cennetten getirildiğine inanılırdı. Parlak ve bembeyaz olan bu taş, zaman geçip insanların azgınlığı arttıkça, işlenen suçlara tanıklık etmekten dolayı kararmış denirdi.

14 Nisan 2013 Pazar

Teselliler Kitabı- Yusuf Özkan Özburun



Bir teselli lazımdı yüreğime…
Siz de insanlar tarafından teselli edilemeyenlerden misiniz yoksa?
Kimseyi aramışlığım yoktur ‘ben iyi değilim’ konuşalım diye. Nedenini düşünürüm zaman zaman. Çevremde o denli güzel insanlarım varken neden yardım istemem diye. Sanırım biliyorum nedenini; fakir gönlümü teselli edecek bir kelâm veya arkadaş nasamimi geliyor bana. Yapmacıktan teselli sözleri değmiyor bile içerime. Bu yapmacıklık kişilerden değil zira, sözlerin kifayetsizliğinden… bu sebeple ben tesellimi hep Yaradan’ın huzurunda aradım. Acıları, üzüntüleri daha gerçekçi bir şey ile teselli etmeliydi. İnsanlar, sözler ise kimi zaman acı kadar gerçek olmuyordu. Ama Yaratıcı ile irtibat kurduğunuzda öyle mi? O bütün sıkıntılardan daha gerçek.
Hasılı kelâm, yine bir fuar zamanı Timaş yayınevi standındaki satıcı arkadaşın önerisi üzerine edindiğim bir kitap Teselliler Kitabı. Yazarı Yusuf Özkan Özburun’u ise ilk defa okuyorum. Yalnız daha okuyacağa benziyorum. Sosyoloji-psikoloji üzerine uzmanlaşan Yusuf Özkan Özburun, deneme ve şiir üzerine 10’u aşkın esere sahip.
Teselliler Kitabı, çeşit çeşit insan sendromlarının nasıl teselli edilmesi gerektiğine dair bir deneme kitabı.
-Anlamsızlığın Tesellisi
-Yalnızlığın Tesellisi
-Hüznün Tesellisi
-Ölümün Tesellisi
-Ayrılığın, Çirkinliğin, İhtiyarlığın, Aşk Acısının … ve daha pek çok şeyin  Tesellisi mevcut kitapta.

Altı çizili satırlarıma gelince:
‘’Ancak yalınlaşanlar, yalanların farkına varabilir…’’diyor yazar. Üzerinizdeki yüklerden sıyrıldıkça yalanlar aşikar olur gönlünüze. Ve işte ancak o zaman özgürleşir insan. Yalınlaşmak dünyadaki yalanların bir bir farkına varmak aslında.

Tebessümüme sebep olan birkaç satır ise şöyle:
‘’…kendini mutlak yalnızlık içinde hissetmenin sebebi, varlığın özü olan melek hakikatini bilememek ve meleklere iman konusunda aşama kaydedememekle ilgilidir.(bu husus ince bir sır olarak sana emanet kalsın!’’(meleklere inanmak)

Daha ziyade kitabın son sahifeleri ilgimi çekiyor. Özellikle de İyi Çocuklar Yetiştirememenin Tesellisi… İşim olduğundan, sevdam olduğundan daha bir dikkatli okuyorum o sayfaları. Velilere iyi çocuk yetiştirmenin sırlarını verdikçe, içsel olarak acaba Allah bana da o şerefi layık görürse ‘ne yapacağım’ diye endişelenirim. Ebeveynlere tavsiye ettiğim öğretileri uygulayamamaktan korkarım. Ahir zamanda çocuk yetiştirme endişesi teselli edilesiymiş meğer. Seminerlerde anlattığım, yaşamımla harmanladığım öğretilerim yazar tarafından da onanmış.(Psikososyal analizci olması hasebiyle bu önemli)
Umarım siz de teselli olursunuz;
‘’…Bizim zannederiz onları, fani varlığımızın devamı gibi düşünürüz. Ne de çok yanılırız… biz onların elinde, yüzünde, yüreğinde devam edeceğiz diye avunur, hayata tutunuruz. Ah o çiçeği burnunda gülüşleri, ıtırlı dokunuşları, hayallerin koynunda bir çocuğa duyulan özlemlerin mayhoş sözleri… Bir tatlı meyvenin düşünde kıvılcımlanan aşk rüyaları… oysa hayal kurdukça kırılma ihtimali artar, kurulan kırılır, bu böyledir.
Yemez yedirir, giymez giydirir, uykusuz geceleri birbirine ekleriz. Çalışır çabalar, ömrümüzden sağlığımızdan, zevklerimizden isteklerimizden yırtar çocuklarımıza yamarız. Onları santim santim büyütür, el kadar bir et parçasından boylu boslu erkeklere, endamlı kızlara dönüştüren her türlü imkanı seferber ederiz. Onlar büyür, biz küçülürüz…
Bir de bakarız ki bambaşka insanlar olmuşlar, bizden farklı kişilikler, alışkanlıklar geliştirmişler. İstediğimiz, düşlediğimiz, karşımızda görmek istediğimiz tarzda olmamışlar…
Bizi beğenmeyen, adam yerine koymayan, hatta bazen en bayağı muameleyi layık gören, en ufak istekleri olmadığında acımasızca eleştiren, mutsuz, tatminsiz varlıklara dönüşmüşler… işte bu yıkımdır, tarifsiz bir iç kanamasıdır, dudağını ısıra ısıra kanatmanın ta kendisidir. Fakat soru şudur: Bizim istediğimiz, düşlediğimiz nasıl çocuklardı ki? Bunlar doğru istekler ve doğru düşler miydi? Hâla öyleler mi? Elma ağacına bakıp bakıp ayva düşleyen birinin düş kırıklığı, isteklerinin karşılıksız çekler gibi dönmesi normal değil midir?
Onları hangi yönde teşvik ettik, nereye sevk ettik? Bedenlerinin gelişimine, yedikleri yiyeceklerin kalori miktarına, boylarına, kilolarına, okul başarılarına, kariyerlerine, ev ve araba sahibi olmalarına özen gösterdiğimiz kadar terbiyeleri, bakış açılarını genişletmeleri, kalplerinin ve vicdanlarının gelişmesi, Rabbini tanıyan, ahreti gözeten, fedakarlığı bilen, zorluklara sabırla katlanabilen, nimetlere şükreden hakiki insanlar olmaları yönünde ne yaptık? Kimleri örnek gösterdik, kimleri imrenerek, gıpta ile bakmalarını sağladık?
‘Taklit edecek güzel örnekleri olmayanlar nadiren gelişebilirler.’ sözünün anlamını ne kadar düşündük?
Su kendi mecraına bırakılsa kendi doğal seyrinde akar, akmam demez…Anadolu köylüsünün irfanıyla söylersek, ‘Su akar, çatlağını bulur.’ Biz o yola kendi komplekslerimizden, kaprislerimizden, geçmişimizin noksanlarını telafi çabasından, bitimsiz hırslarımızdan barikatlar kurarız. Çocuklarımız kendi fıtrat seyirlerinde akacakken bu barikatlara çarpa çarpa yolunu izini kaybeder. Uygun ortamlar hazırlayarak, gereksiz müdahalelerden kaçınarak, çocuğun içindeki insanın gelişmesi için zemin hazırlasak, o tohum halindeki insan serpilip çıkacaktır…Fakat biz boş durmayız, bazen iyi niyetle, bazen kendi doğrularımızın itmesiyle sık sık müdahale ederiz, iyi bir örnek olarak güzeli temsil etmek yerine konuşarak, karışarak her şeyi karıştırırız. Örneğin, başarıyı sadece rakamlarda ve unvanlarda arayan ve değişik sebeplerle rekabetçi ve başarıya odaklanmış anne babalarsak, başarı uğrunda belki çocuğumuzun bütün iç ayarlarını bozarız. Belki sonuçta bizim istediğimizce başarılı da olabilirler ama yaralar içinde bir kişilik, yanlış alışkanlık ve takıntılar, problemli bir iç dünya miras kalmış olabilir… Yapılması gerekense ortam hazırlamak, yön göstermek, telkin değil tebliğ idi, toprağın cinsine ve özelliklerine uygun tohum ekmekti. İçimizdeki kötücül duygu ve düşünceler bir aynada akseder gibi çoğu kere onlarda tecelli eder, lakin bilemeyiz bir türlü.
Teselliler tesellisi bir yaşayışın sahibi, görünen görünmeyen yaralarımızın eczacısı Hazreti Peygamber’in, yanında yetişen Hazreti Ali ve Enes gibi çocuklara tamamen iyi örnek olmanın dışında, neredeyse ‘Bunu niye böyle yaptın’ bile dememiş olması hayrete ve dikkate şayandır. Güzel örneklik, önce kendinde temsil etme, bir şeyi suni bir şekilde dayatmak yerine halinle gösterme, hesaplı davranmak yerine samimi ve doğal davranma(ilahi ölçülerin ince ayarlarına uygun olarak) hususunda zafiyet ve noksanlık arttıkça, didikleme, örseleme ve müdahalecilik artıyor diye hissediyorum…
Çocuk eğitimi diye bir şey yoktur aslında. Sadece nefsimizin terbiyesi vardır. Onlar bize kendimizi arıtmayı, sabrı kararı, ilmi irfanı, fedakarlığı, hayatın sözsüz bilgeliğini edinelim, daha çok insan olalım diye birer vesile olarak verilmiştir. Onlarda gördüğümüz kötü huylar, hayal kırıklıklarımız ceylanı kovalayarak çevikleştiren bir çıtanın işlevi gibi vazife görür, daha doğrusu görmelidir. Bizlere çocuklarımız yönünden gelen her atak, her yıkım bir tür gelişim ve değişim çağrısıdır. Dönemlere göre bu saldırı ve açmazların türü değişir ki biz de kendimizi yenileyelim, yeni donanımlar edinelim, güncellenerek değişebilelim…İlk bebeklik hallerinin atakları başka, çocukluğun başka, gençliğin başka, yetişkinliğinse bambaşkadır.
Bir karikatür hatırlarım ki üstünde durulmaya değer: İlk karede bir adam elinde çekiç ve spatula, önüne oturmuş bir çocuğun kafasına şekil vermektedir ve şekil dörtgendir. İkinci karede, adamın kafası görünür ve o kafa da dörtgendir…
Süreç tersine işlemeli değil midir? Kendimizi şekillendirmemizin bir yolu olarak çocuklarımızn terbiyesi ile meşgul olmak. Eskiden kullanılan ‘talim’ ve ‘terbiye’ kelimelerinin anlam derinliği nerede, ‘eğitim’ sözcüğünün eğ’meyi ve itme’yi çağrıştıran iticiliği nerede? Talim, yani ilim üzere pratikler yapmak. Terbiye, yani tüm kâinattaki düzene uygun hale gelip Rabbi tanıma süreci… Uzun lafın kısası, önceleri çocuk eğitimine dair üç adet teorim vardı, şimdi ise ne çocuğum ne de teorim var. J
Hem ‘âlimden zalim, zalimden âlim çıkabilir’ denmesi boşuna mıdır? İnsan konusunda hiçbir matematiğin tam anlamıyla tutmayacağı malum değil midir? Sen ince fikirlisin diye çocuğun da ince fikirli olacak, sen çalışkansın diye çocuğun da çalışkan olacak, sen dikkatlisin diye o da dikkatli olacak, sen başarılısın diye o da başarılı olacak, sen belli konularda hassassız diye o da hassas olacak sen bilmem şu görüştesin diye o da mütedeyyin olacak diye sabit bir kaide mi var? Bu meselede iki kere ikinin      hiçbir zaman dört etmediğini bilmiyor musun? Bunu sana tufanın azgın dalgalarında öz oğlunu çok uğraştığı halde kurtaramayan Hazreti Nuh öğretmedi mi? Tüm pedagoji kurallarına riayet edersin, tüm insani vazifelerini hakkıyla yerine getirirsin, gerektiğinde çok güzel örnek olursun, yediği lokmadan içtiği suya kadar her şeye ince ayar dikkat edersin ama yine sonuç bambaşka olabilir, çünkü bir zorunluluk ve kesinlik yoktur. Sebeplerin sonuçları kesinkes doğurmadığının en bariz delili çocuk yetiştirmektir… Senin vazifen çocuk ezanına anne babalık ibadetiyle icabet etmek, üstüne düşenleri yapmak ama sonucuna karışmamaktır, sonuç odaklılık hüsranın en büyük sebeplerinden biridir…
Ne ki çocuklarımızı sahipleniriz, çoğu kez onların efendileri olduğumuz sanısına kapılırız da üzerlerinde tam anlamıyla tasarrufta bulunacağımızı, onları bir heykeltıraşın çamuru şekillendirdiği gibi kıvama sokacağımızı zannederiz. İşte yıkımın kökü burada başlar… onlar sahibi olduğumuz tarlalar değildir, olsa olsa sadece emanetçi çiftçileriz…
Çiftçi haddini bilir: Onun vazifesi mevsiminde tarlayı iyice sürmek, tarlanın toprak yapısına uygun ahsulün tohumunu saçmaktır. Mahsulü zararlı haşerelerden korumak(tabi her haşereyi zararlı sanmamakJ), vakit vakit sulamaya ve gübrelemeye dikkat etmektir. Fakat sonuçta mahsul bitmezse ya da yeterli miktarda olmazsa bu çiftçinin alanına girmez. O vazifesini yapmıştır.
Çiftçi yine bilir ki her tohum aynı zamanda çatlamaz. Atılan her tohum aynı zaman diliminde yeşerecek, boy verecek diye bir şey söz konusu değil… Her tohumun, her çekirdeğin yapısı konulduğu toprağın cinsine de bağlı olarak farklı bir gelişim seyri gösterir, tabiatı farklıdır…Meşhurdur, Çin diyarında bir bambu türünden bahsedilir…Bu bambunun çekirdeğini diken çiftçi tam beş yıl boyunca çekirdeği sular, hiçbir kımıltı yoktur ama o sulamaya devam eder. Sonunda o çekirdek yaklaşık bir haftada yirmi yedi metre boy atar, muhteşem bir ağaca dönüşür…
Bir çiftçiyiz unutmamalı!

Bunların harici kitapta bir de Aşk Acısının Tesellisi başlıklı yazı dikkatimi çekti. Onu okumak ise kitabı edinenlere nasip olsun.
Eğer gerçekçil sonuçlara dayandırılmış sözler sizi teselli ediyorsa; Teselliler Kitabı’nı edinebilirsiniz, muhterem kâriler…