12 Ekim 2014 Pazar

Sarı- Ahmet Tezcan


Uzun zamandır bir kitap elimde bu kadar dolanmamıştı. İlk çıktığı günden beri hatırımda, yaklaşık 2 aydır da elimde seyretti Sarı...
Ahmet Ağabey'in ikinci kitabı, Kafirun'un devamı Sarı... açıkça söylemeliyim ki Kafirun'dan daha çok sevdiğim ve eğlendiğim bir kitap oldu Sarı

Kafirun' da çevresiyle beraber hayatına girizgâh yaptığımız Ahmet Abi'nin özeline, biraz daha otobiyografisine ilerliyoruz bu kitapta.

Yazarın dilinden bahsetmek istiyorum biraz ki bu kitabı benim için cazip kılan şeylerden biridir Ahmet Abi' nin kalemi. Fena bir okur sayılmamama rağmen bu kadar 'yanıbaşım bir üslup' ile karşılaşmadım daha önce. Yanıbaşında hikaye anlatırmışcasına yazıyor Ahmet Abi. O yüzden kimi zaman biriyle sohbet ederkenki tadı yakaladım kitabında. Bazı yerlerinde sesli güldüğümü dahi hatırlıyorum. 

Çerkes bir ailenin 80lerde imam hatipli olan sarı çocuğu Ahmet Tezcan.  Kitap bu nedenle 80ler döneminden ciddi izlerle birlikte bilgi, birikim ve yorum taşıyor. 
O zamanın sağ-sol çatışmasına dair bazı satırlar nakletmem gerekirse:
''Eğer bu milletle yola çıkacaksan onun gibi konuşacaksın, onun gibi davranacaksın, yoksa seni anlamaz anarşit der çıkar işin içinden.''

''Tecrübesizdiler bir de; işçi işçi diyorlardı ama hemen hiçbirinin eli iş tutmamıştı henüz, propaganda için gittikleri fabrikalarda geçici süre işçi olduklarında bile, çoğunun pestili çıkıyordu. Köylü diyorlardı ama bir köye gittiklerinde nasıl konuşacaklarını bilmiyorlardı. Köylünün dilini bilmiyorlardı çünkü. Hem dilini bilmiyorlardı hem dinini. Apışıp kalıyorlardı, bundan hoşlanmadıkları için de ezberlenmiş bildirileri köy kahvelerinde papağan gibi tekrarlayıp duruyorlardı. Ülkenin en önemli fakültelerinde okuyorlardı ama bir köylüyü ikna edebilecek donanımları yoktu.''

Yine o döneme dair unutmamak adına hatırlamak istediğim; Menderes'in Dahiliye Vekili Namık Gedik, Üstad Ankara'ya geldiğinde ''Ankara'ya girmesin Urfa'ya gitsin demiş. O hasta haliyle Üstad dağ bayır Urfa'ya gitmiş ve orada Hakk'a yürümüş mağlumunuz üzere. Sonra askerde ona bunu yapanların üzerine yürüyor. Yürümekle kalmayıp Namık Gedik'i pencereden atıp parçalıyor... 
Ankara Valisi ile Üstad'ın münasebetlerini biliyor fakat içişleri Bakanı Gedik'i tanımıyordum. Sarı vasıtasıyla doğruluğunu teyitlediğim bir bilgi edinmiş oldum.


Yazar, anarşi dönemini anlatırken Ayşe (Şasa) Abla takılıyor dimağıma bir paragrafta, ona okuduğum satırları hatırlıyor ve ''bu satırları da ona ne kadar okumak isterdim'' diye iç geçiriyorum; 
''Bilimsel sosyalizmde, din, inanç alanına müdahale hakkı yoktur. Hristiyanlık çöküş dinidir, İslamlık ise gelişme eyleminin dinidir. Halkımız bu geleneği sezebildiği ölçüde, bazı aydınlarımızın zannettiğinin tam tersine, ilerleme ihtiyacıyla dine bağlanmıştır. Gerçi din ıstıraba karşı bir çeşit afyondur, teskin edicidir Marks'ın söylediği gibi, ama özellikle islamiyet, devrimci bir geleneğin  halkasıdır.''

Yine Menderes dönemine dair bir anektod: Ezanın yeniden türkçe okunmasını isteyen Halk Parti'sinin senatörü; Necip Mirkelamoğlu...

Menderes dönemi, Deniz Gezmiş olayları, Çerkes örflerinden tutun da tarikat ahlakına kadar daha bir çok şey bulabilirsiniz Ahmet Abi'nin romanında... 
Bir söz var ki Ferâmuş Dede'den tebessüm ettiren; ''Kerameti bırak, ferasete bak; ince feraset çifte keramate kıç attırır.''


Kitabın sonlarına doğru ise Ananeciğimi hatırıma düşürüyor yazar. Ağzına balık sürmeyişinin nedenini Çerkesler üzerinden anlatıyor o da. Karadeniz üzerinde Osmanlıya sığınan Çerkesler, yolda çok fazla zaiyat verirler ve ananem gibi bazıları, balıkların kardeşlerini yedikleri düşüncesinden ötürü ağızlarına balık sürmezler...
Yine son kısımlarda Türk milletinin (millet!) Çerkeslere ne denli misafirperver davrandığını, o dönem Çorum halkı üzerinden anlatıyor. Şahane paragraflar mevcut bununla ilgili.

Kitabın sonunda, o dönem yok sayılan İmam Hatip öğrencilerini temsilen Gençlik Bayramı için konuşma yapacak olan Ekrem'in Kırşehir aksanını düzeltme çabalarının sonucundan çıkarımımız ise şöyle oldu:
''Farsçada gönüle boşuna dil dememişler, ağzındaki dilin göğsündeki dil ile bağlantısı var. Hani diyor ya Neşet Ertaş kalpten kalbe bir yol vardır görülmez, aynen onun gibi bir yol var ve sen o yolu bulacaksın. Ağzındaki dil anlatmaya, göğsündeki dil anlamaya yarar. İkisi de alettir, ikisinin de bir mekanı vardır ama aslında mekan değil makamdır onlar.''

Allah sadrımızı genişletsin, makamımızı yüceltsin...
Okuyacak olanların da istifadesini bol eylesin...amin