2 Aralık 2019 Pazartesi

Bir Ömür Nasıl Yaşanır- İlber Ortaylı


Her ne kadar teknoloji ile aramda mesafe olsa da bazı gelişmelere kayıtsız kalamıyorum. Şu sıra ''Storytel'' uygulaması benim için öyle bir şey.

İşimin, evimin,ailemin başından aşkın zamanında, kitap okuyamadığım için hayıflanmak yerine açıyorum storyteli başlıyorum dinlemeye...böyle zamanlarda teknoloji hakikaten şükür sebebi olabiliyor.

Ve bestseller ile yıllar öncesi noktaladığım ilişkim İlber Ortaylı'nın son kitabı ile delindi.
İddialı bir başlığı var kitabın nihayetinde.Üzerine üstlük bu başlığı atan yazar da hoca olunca bakmadan geçmeyelim dedim. 
Başladım dinlemeye...

Bir Ömür Nasıl Yaşanır? sorusunun bir kaç kolonu var insan hayatında bence. İlber hocanın dokunduğu ise bu kolonlardan  'entelektüel gelişim' olanı.

Kitabın içeriğinde İlber Ortaylı'nın eğitime bakış açısından, dil mevzuuna, kariyer planından kişisel pişmanlıklarına kadar bir çok güzel konu var.
Nerelere gidilir ne yenir ne içilir öğütleri ise en sonda.

İlk olarak ilgimi çeken; hocanın kimliği, dünyayı algılayış biçimi oldu. Çünkü uzun zamandır anlamlandıramkta güçlük çekiyordum.
Bu kitap ile artık çok daha net ifade edebilirim.
Bu toprakların ananesiyle beslenmemiş hoca... Bütün tahsili batı menşeili. Fakat uzmanlık alanı sebebiyle doğuyu tanımadan edememiş. 40'ından sonra ilim ile doğunun ilmi-görgüsü ile tanışmış. Tanıdıkça doğuya hayran olmuş. Bu nedenle ''Keşke Viyana değil de Doğu da tahsilime devam etseydim'' diyor. 
Bir gün herkes bize aşılanmak istenen bu batıcılık hayranlığından bu denli sıyrılabilir ve farkına varabilir mi?


Kitabı dinlerken durdurup not ettiklerimin başında; bir insanın ömrünün kategorileştirilmiş hali vardı.
Üstünde uzun uzun düşündüğüm. Benimde dertlendiğim bir mevzu idi hocanın değindiği...

Bir insanın yaşamı diyor 4 evreye ayrılır;
12-25 yaş = En verimli dönemdir. 
İnsanın kendisine yapacağı en büyük yatırımlar bu dönemde olmalıdır.
25-40 yaş = Ürün-eser verilmesi gereken dönemdir.
Yapılan ekimlerin hasata dönüşmesi beklenen evre. 
Burada uzun uzun düşünmeli insan....gençliğini nerede ve nasıl geçirdiyse onların sonuçları ile ilgilenilcek yaşlar demek oluyor bu dönem.
40-55 = Kemalat başlar...Belki eser de verilebilir. Ancak hangi konuya adandıysa yaşamın o konunun üstadı olma vaktidir.
55 ve sonrası = ... Bu yaştan sonrasının emektarlık vakti olduğunu düşünüyor. Üretkenlik esasına göre tabii...
İstisnai yaşamlar ve dönemler olsa da genel skala budur diyor.

Bu tanımlamaları şiar ettim kendime.
Çünkü ömür, yaşam, yaş ve edindiklerim ile derdim var...
Uzun yıllar bu tabloya bakarak kendimi konumlandıracağım gibi duruyor.

Ayrıca insanın ömrüne dahil etmesi gereken en önemli mevzuulardan birini 'dil' olarak görüyor İlber hoca.
Bu konu hakkında ciddi fikirleri var.
Benim için biraz geç kalınmış...yaşamda noksan kalınmış bir mevzuu olsa da çocuklarım için çıkardığım ciddi öğütler var;
0-6 yaş aralığında muhakkak 2 yada 3 dil öğretilmesi gibi...
Kafa patlattığım, patlatacağım bir mesele bu dil meselesi.
Çünkü bir insan dili 'dil' olarak ancak bu yaşlarda öğrenebiliyor, içselleştirebiliyor. Diğer yaşlarda başka dillerle ilişki biraz daha su üzerine yazı yazmak timsali...


Bir Evliya Çelebi hayranı olarak İlber Ortaylı hocanın da seyehat planlamasını merakla okudum.
Gidilecek yerdeki rehberin veya öncesindeki sizin o bölge hakkındaki okumalarınızın önemine dikkat çekiyor özellikle...
Bugün insanlar sadece fotoğraf çektirmek için geziyor gibi gelse de bana...
Elde harita, küçük not defterleri bir seyahatin olmazsa olmazlarından diye ekliyor.

Bundan sonrası kendi seyahat rotamla ilgili unutmak istemeyeceğim kitaptan anektodlar barındırıyor.
  • Türkiye'den sonra görülmesi gereken ülke İran'dır. İranı anlamadan Türkiye'yi anlayamazsın.
1- Tebriz- Isfahan hattı ('Isfahan'ı görmeden ölme' mottolarımdan bir tanesi. Bu hat mutlaka gezilmeli)

2- Tahran- Isfahan hattı (İran'a bir haftadan az zaman ayrılacaksa Tahran'ı geçebiliriz. Burada hocanın önerisi sadece Arkeoloji ve İslam Müzesi var)

3- Yezd (avrupa sokaklarını aratmaz)

4- Kahire (Mısır'a dair çok daha fazla alternatif olsa da Kahire Müzesi önemliymiş)

5-Ürdün- Petra ( Miras nasıl korunur görülsün!)



  • Müze için gidilesi ülkeler;
  1. İtalya- Roma
  2. Macaristan
  3. İspanya
  • Batıyı anlamak isteyenin gitmesi gereken yer; Floransa'dır.
  • Hindistan; Delhi Müzesi harikaymış. (bu şehri de görmeden ölmeyelim.amin)
  • Kudüs; İsrail'e gitme sebebidir.

  • Öncelik sırasıyla bir liste çıkartacak olsam şöyle olurdu sanırım;
1-Kudüs

2- Isfahan- Yezd- Kahire

3- Semerkand- Buhara (Büyüleyici şehir. Tefekkür için birebir. Geceleri meydanda mutlaka oturmalı.Uluğ Bey Medresesi önemlidir. Fergana vadisi mutlaka görülmeli. Yesi- Türkistan Hoca Ahmet Yesevi burada oraya kadar gitmişken pas geçme)

4- Şam (şimdi olmasa da 'şehirlerin en güzeli' tabirinin izini sürebilmek umuduyla)

5- Bosna (İslam dünyası ile ilgili ümitsizliğe düştüğünde buraya git).

6- Yunanistan (Girit adası görülmeli)

7- Roma- Floransa

8- San petersburg

9- Zanzibar (Allah'ım...amin)

10- İspanya (Endülüs*- Madrid- Sicilya- Toledo*- Kordoba**-Granada**)
8 asırlık Müslüman İspanya'nın ayak izleri sürülebilir buralarda.

11- Viyana- Madrid tren ile güzel bir hattır. Cenova'dan vapur ile Viyana'ya dönmeli.

 12- Londra (daha da sonlara atılabilir aslında?)
  • Varşova, Hollanda ve Amsterdam hayal kırıklığıdır diyor hoca. Bu tavsiyeyi de notlarıma ekleyeyim.
  • ABD, Britanya ve Kıta Avrupasının bitikliği hususunda da İlber hocama katılıyorum. Ancak Kütüphane hizmeti verme, kaynakları bünyelerinde barındırma hususunda dünyanın en önemli ülkeleri olmalarını da kabul etmek boynumuzun borcu sayılır.
Hocanın edebiyat önerilerine çok şükür ki vakıf olduğum için not etmek istediğim az sayıda eser ve yazar oldu. Tarih okumalarım için bu 9 eseri de kendime ekleyeyim.
  1. Osmanlı İmparatorluğu- Halil İnalcık
  2. Batı- Doğu Divanı- Hece Yay.
  3. İnce Memed- Yaşar Kemal (Hocanın Yaşar Kemal ve ailesi hakkındaki anlatımlarından sonra tekrar okumak üzere listeme ekledim)
  4. Fuzuli Divanı- Ayrıntı Yay.
  5. İslam Uygarlıkları Tarihi- İletişim Yay.
  6. Bir Ortadoğu Tarihçisinin Notları- Ark Yay.
  7. Savaş ve Barış- İletişim Yay. (Bu yayınevinden bir daha oku)
  8. Savaş Günlükleri (Mutlaka oku)
  9. Milli Mücadele Başlarken (öncelikle ilgilenilecekler arasında)
Bolca listeli, bol notlu bir kitap okumamın daha sonu...
Yazana, yazdırana, okuyana-okutana hamd.


28 Haziran 2019 Cuma

Faso-Fiso-Teoman



Ne Teoman’ı ne de yapmış olduğu müziği sevebilmişimdir. Fakat yazdığı şarkıları ezbere biliyor olmam ve sözlerini uzun uzadiye düşünüyor olmam hep dikkatimi çekerdi.
Onun her zaman iyi bir şair olduğuna inandım. Modern zamanların depresif şairi...
Bir kitap yazmış.
?
Çizdiği manik depresif profil ile daha çok merak ediyorum yazdıklarını,başlıyorum okumaya.

Okumak fakat bu sefer başka bir usûlde; storytel uygulaması üzerinden. 
Anne olduktan sonra eskisi kadar okuyamazsam korkusu en büyük handikaplarımdan biriydi. Neyse ki sesli kitapların popülerleşme sürecine denk geldik de okuyamasak bile dinler olduk.


Hiç okumakla dinlemek bir olur mu?

Bence tartışılır...bir olmasa da aşağı kalır mı?
Benim gibi kulaktan öğrenen biri için asla kalmıyor. Bilakis çok büyük keyif alıyorum. Hele hele yazarından seslendirmesi varsa değmeyin keyfime.... 
Tabi bazı insanlar için böyle olmayacağı aşikar. Mesela kulağı iyi olmayan eşim çok hayret ediyor benim bu şekilde kitap takip etmeme. Nasıl kaçırmadığımı, konsantre olduğumu soruyor. 
Öğrenme şekillerimizle alakalı.... yıllardır sürdürdüğümüz bir alışkanlık aslında bu, farketmiyoruz o yüzden.

Gelelim Faso Fiso kitabına...
Çok güzel bir önsöz ile başlıyor Teoman; bir anı kitabı, çok bir manası da yok o yüzden kitabın adı Faso Fiso diyor.
Haksızlık etmeyelim. 
Edebi yönü o kadar güzel ki sanatçının; şiir tadında, tadı dimağımda bir üslûp...

Okuması, dinlemesi çok haz verdi bana.
Zaten bu yönünün farkında olduğu için kendini iyi bir şarkıcıdan ziyade hikaye anlatıcısı olarak tanımlıyor Teoman.

Kaotik çizgide olan bir sağ beyin O.
O nedenle ruhu naif, şiir, müzik, film...tüm sanatsal ögelere sevdalı. 
Yalnız şöhret, para, imkanlar ve tanınırlık gibi kavramlar ile yaptığı iş arasındaki bağlantıyı doğru kuramamış. Birçok kişi gibi. Üstelikte farkında ve dürüstçe söylüyor.


Teoman kitabına anı kitabı dese de otobiyografiye çok yakın. Çocukluğundan başlayarak bir ileri bir geri sararak ileliyor hikayesi.

Aynı sokak ve mahallede büyümüş olmanın şaşkınlığı ve heyecanı sarıyor beni kitabın başında.
Benim çocukluk anılarım ile Teomanınkiler arasında iz sürüyorum.
İncirli, ömür, haznedar...hangi apartmandı acaba diye düşünmeden edemiyorum.

Sonra kitabın ortalarına doğru neden ve nasıl bu denli psikopatolojiye sahip olduğunu anlıyorum. İçim acımaya başlıyor. Haydii....

Ayrıca kendisiyle bu denli yüzleşmesi ve farkındalığı da beni etkiliyor. Helal olsun diyorum içimden. 
Ha gayret diyorum ölmeden çıkacaksın inşallah düzlüğe, doğruluğa, hakka...

Her sayfa da bir ümit ile bitirdim kitabı.
Okuduğuma asla pişman olmadım. 
İnsanların yaşadıkları her zaman ilgimi çekti. İnsana dair olsun yeter ki o nedenle biyografi ve otobiyografi okumak benim için hep özel...
Eski antipatikliği silindi nezdimde Teoman’ın. Bir nebze de olsa anlamaya çalıştım. Kendi yargılarımla yüzleştim bu esnada.

Sonra dedim sen yaz şair, ben okurum senin kalemini bir ömür...

19 Mayıs 2019 Pazar

Zorlayan ve Zorlanan Çocuklar- İnci Vural


Uzun zamandır takip ettiğim, akademik birikimine çok güvendiğim, aldığı eğitim ile bulunduğu coğrafyanın kültürünü harmanlayabilmiş benim için önemli bir isim İnci Vural. Bir pedagog.
Oyun atölyeleri düzenler genelde.
Çok medyatik işleri yoktur sosyal medyada fakat işin içerisindeki birçok isim tarafından bilinir.
Kitap yazdığını duyunca çok sevindim hele ki ‘zor bir çocuğum mu var acaba?’ diye düşündüğüm zamanlarda kitabın başlığını görünce vuruldum ; ‘’Zorlayan ve Zorlanan Çocuklar’’

Kitabı okurken de bitirdikten sonrada ‘iyi ki’ dediğim çok an oldu.

İnci Vural anlatmak istediklerini kısımlara bölmüş; girizgahta anne- babalık kavramlarını ele alıyor, daha sonra bir insanın gelişim sürecini; zihinsel, duygusal, ahlaki bir çok bölümü tek tek açıklıyor.
Kitabın son bölümü ise zorlayan çocuklar kategorisi… örnek ve çözüm alternatifleri ile destekleyerek büyük destek veriyor.

Zorlayan çocuklardan evvel biz ebeveynler olarak çocuklarımızı zorlayıp zorlamadığımızı sorgulatıyor. En sonunda tüm bunlara rağmen yine de zorlayan bir çocuk olabilir noktasına geliyor. Ancak kanaatim ekseriyette kesinlikle biz çocukları zorluyoruz. Sonrasında da zorlandığımızı düşünüyoruz.

Annelik herkes için başka bir tanım muhakkak ancak benim için;
Tam bir öze dönüş…
İç sesinin en yüksek volümdeki hali…
Çocuk, anne-babaya en yakın ayna.
Bakmasını bilebilirsen, rehabilitenin, tekamülünün başlangıcı.
İnsanın kendi sınırlarını, uçlarını, anne-babasından getirdiği geçmişini, ilişkilerdeki rolünün kabak gibi göründüğü bir süreç.
Tabiki farkındalık düzeyi yüksek insanlar için bu söylediklerim.Bu görmek işi.
İç dünyasına bakabilen insan sayısının azaldığını düşünürsek annelik tanımıma absürtçe bakan çokça yüz gördüm ve de göreceğim…

Fakat tam bu noktada aslında doğru tanımladığımı okuyorum kıymetli pedagoglardan. Aynen böyle olmalı diyorlar. Anne kendi beyninin, duygu dünyasının farkına vararak yaklaşmalı evladına…Çünkü sadece bebek size ayna değil. Zahiren ilk ayna, annedir çocuğuna.


Tutarlı ve doğru yapılan aynalama işlevi ile bebek kendi duygularını tanımaya başlar işte bu noktada annenin kendi kendisini tanımasının önemi ortaya çıkmaktadır.

Ebeveynlerin çocuklarında davranışlar ile sağ beyin ve sol beyin kullanımlarını aktifleştirebileceği üzerine  bir çok bilimsel çalışma var (bu konu ile ilgili daha sonra uzun uzadiye yazma düşüncesindeyim).

Düşünce ve duygunun beyinde buluştuğu yerin adı; Prefrontal amigdala bölgesi. Yaşamımız boyunca hoşlandığımız-hoşlanmadığımız şeylere ilişkin bilgilerin hazinesini açan tek anahtar buradadır.
Bu bölgenin erken çocukluk döneminde nasıl inşaa edildiğine dikkat çekiyor yazar.
Duyguların iç dünyamızın mimarisi olduğu bu mimarinin üzerine zihinsel gelişim süreci ekleniyor.
Anladığım o ki akl-ı selim insanlar dediklerimizin, akılları ön planda gibi gözükse de aslında arka planda ne kadar sağlam bir duygu-durum psikolojileri bulunuyor heyhat!

Yani bugünün annelerinde gözlemlediğim (ki onlar benim velilerim, danışanlarım) çocuklarının hep zeki ve başarılı olmalarını istiyorlar. Kimse çocuğunun duyusal, duygusal kapasitesinin zenginliğinde değil…
Altı çizili satırlarım da buna istinaden;

Düşünen coşkulu annelerin çocukları ile olan iletişiminde zeka gelişimini destekledikleri ortaya çıkmış.
Düşünen coşkulu anneden kastımız nedir?
Çocukların sorularına hızlıca evet ya da hayır cevapları vermeyen ebeveynlerden bahsediyoruz. Günlük yaşamın koşturmasında bulunan ebeveynler genellikle evde yorgun ve çocuğun cevaplarını hızlıca vermek isteyen anne babalara dönüşüyorlar. Fakat bu durum çocuklarda zaten son sözü hemen duydukları için farklı düşünceler geliştirip bizi ikna etmeye çalışmak için alternatifler düşünme fırsatını engeliyor.
Aslında zekânın gelişiminde en önemli kriterlerinden biri altanetif ile düşünebilme becerisidir.
Biz kesin ve hızlı cevaplar vererek aslında onun zekasını kullanma şansını da engellemiş oluruz.
Örneğin; evet diyeceğiniz bir arzusuna bile bunu yapmazsa nasıl hissedeceği? yaparken kendisini nasıl hayal ettiği ? ona göre sizin buna nasıl bir cevap vermenizi beklediği? gibi SORULAR sorarak 3- 4 tur attırırsanız güzel bir esnek düşünme ve düşünce egzersizi yaptırmış olursunuz.

Anne ve babalarımızın meşhur ''bakarız...'' kelimeleri geldi aklıma :)
bizimkiler ne çok kullanıyorlardı bu kelimeyi...bir kere de ''tamam de'' diye kızdığımı hatırlarım babacığıma...


Çocuklarımızın duygu dünyası demişken…
Kitapta çok etkilendiğim bir bakış açısı yakaladım. Muhtemelen sahip olmadığım ve yine muhtemel böyle bir diyalog yaşayacağımı sezinlediğim…kesinlikle not ettim. Başıma gelirse de uygulayabilmek dileğiyle…

Çocuğun duygusal yapısını zenginleştirmek adına bir örnek verecek olursak;
örneğin annesi ona yemekten önce çikolata vermediği için çok kızan bir çocuk: ‘’senden nefret ediyorum, hiçbir istediğimi yapmıyorsun’’ dediğinde bunu gerçeklik algısı ile değerlendiren ve çocuğuna daha çok kızan yada küsen anneler bile olabiliyor. Bu durumdan çocuğun çıkaracağı sonuç nedir? ‘’ Aman Allahım annem bu kadar kızdığına göre ben annemi gerçekten sevmiyorum.’’ 
Bu algı ile çocuk daha da çok huysuz ve sinirli olur, çünkü o bunu söylerken aslında tam da bunu demek istememişti, ama siz böyle aldığınız anda tamda öyle söylemiş gibi oldu. 
Anne ona kızmak yerine ‘’Ayyy bu kadar mı korkunç görünüyorum gözüne?’’, ‘’demek o kadar istiyorsun bu çikolatayı’’ vs. gibi cümleler kursa, çocuğa anlaşıldığını hissettirecek hem de aslında annesine karşı bile böyle kötü hisler besleyebileceğine ve buna hakkı olduğu mesajını alacaktır. Böyle hissediyor olmasından dolayı korkuya kapılmayacaktır.Ancak böyle hissediyor diye tabii ki size vurmasına izin veremezsiniz. Belki çikolata konusunda da geri adım atmazsınız ama sadece bunu konuşulabilir olduğunu göstermek bile tartışmayı bitirebilir.
Burada somut algıya takılma tuzağı iki yerde olabilirdi; birincisi ‘’çikolatayı yersin yemezsin’’ konusunu uzatmak ikincisi de ‘’nasıl böyle dersin ben senin için bu kadar fedakarlık yaparken’’ noktasına gelmek.…
Sadece yukarıdaki gibi birkaç soru sormak sonra da ‘’Yaa sen şimdi böyle diyorsun ama kızdığın için…yoksa sen tabi ki beni seviyorsun’’deseniz, birçok ikna, telkin ve mesaj içeren cümleler kurma zahmetini önlemiş olursunuz.

Asıl istediğimiz mantıklı cümleler değil, bir ayağı mantıkta bir ayağı duygularda olan cümleler kurmaktır.


Elif Reyyan’ın diş ve büyüme atağı zamanları benimde ‘’çocuğum neden mutsuz?’’diye hayıflandığım, acaba süreç mi? Sonuç mu bu diye sorguladığım dönemleri oluyor. Çünkü kaşlar çatılıyor. Mızmız, durdurulamaz, memnun edilemez bir insan halini alıyor. Ancak atak bitince yada diş çıkınca farkediyorum. Aslında ağrısı varmış, sancısı sebebiyle ne yapacağını bilmez haldeymiş kuzum diyorum.


Çocukların sürekli mutlu olmasını beklemek kadar ağır bir yük yoktur çocuğunu sürekli mutlu hissettiğini bilmek isteyen anne baba kadar, iç dünyayı işgal edici bir başka anne baba modeli de ancak çocuğunu sürekli ihmal eden anne baba modelidir. Dolayısıyla sağlıklı çocuk her çeşit duyguyu çok dinlemesine farkında olarak yaşayabilen çocuktur.

Bu küçük mutsuzluklar aslında aşı gibidir. Bunlarla aşılanan çocuk hayattaki büyük mutsuzluklarla dağılmaz. Ama biz, çocukları küçük mutsuzluklardan korumaya çalıştıkça aşı tutmuyor.

Bundan sonrasında kızımın kaş çatıklığını veya huysuzluğunu bu kadar takmayacağımı düşünüyorum. Amin.


Annelik tanımlıyorduk değil mi?
Annelik demek vicdan azabıymış..bunu pas geçmeyelim.
Yoruluyoruz. Bu yorgunluk zaman zaman tahammülsüzlükler şeklinde çocuklara yansıyor.
Benim en büyük vicdan azabımda oralar oluyor.
Bazen sinirleniyorum.
Dişlerimi sıkıyorum.
Sonrası küçücük bir çocuğa nasıl bunu hissettirebilirim azabı…
Neyse ki bir çok psikolog ve pedagog arkadaşım içime su serpiyorlar.
Bu tarz olumsuz duygular yaşatmak da varmış…
''Kızmaktan korkma'' dedi bir tanesi...
İlk duyduğumda ''Allah Allah bu kötü bir şey değil miydi?''diye sorguladım.
Ama değilmiş...

Olumsuz duygularla baş etme kapasitesini geliştirmek ile ilgili en önemli konulardan biri; annenin ve çocuğun birbirlerine ‘’tamir edebilme’’ şansına sahip olabilmeleridir. Çocuğun olumsuz bir duygu durumundan, annenin varlığı ve yardımıyla, olumlu bir duygu durumuna geçişinin sağlanmasıdır. Bebeğini iyi hissettirebilen, sakinleştirebilen anne, hem tamir etmiş, hem de; bebek tarafından tamir edilmiş olur.

İlişki, psikoloji muazzam bir şey vesselam…



Ramazan ayındayız mağlum…
Orucun öğrencilerimin hangilerini ne kadar hırpaladığına dair bir gözlem yapıyorum.
Çünkü oruç bir otokontrol mekanizmasıdır.
Sabırdır.
İradedir.
İradesi güçlü olamayan öğrencilerin başarılarını da kendi içimde sorgularken o meşhur deney gelir aklıma…kitapta da karşıma gelen;

Sağlıklı, uyumlu ve okul öncesi veya ilkokul yaşlarındaki çocuklar önlerinde taze pişmiş çikolatalı keklerin durduğu masaların başında oturmaktadırlar. Bu çocuklar evlerin mutfak masasının başında değil, Stanford Üniversitesi’nde ki bir piskoloji laboratuvarının deney masalarındadırlar. Araştırmacı odaya tek tek alınan çocuklara hep aynı şeyi söyler: “Şu Mis kokulu keki görüyor musun? Şimdi bunu yiyebilirsin, ama hiç yemeyip 5 dakika beklersen, ben 5 dakika sonra geldiğimde iki kek yeme hakkını kazanabilirsin. Eğer ben yokken bu bir taneyi yersen pazarlığı kaybedersin ve ikinciyi alamazsın.” Çocuklar kafalarını sallarlar araştırmacı dışarı çıkar. Çocuklar ne yaparlar? Seyretmesi çok zevkli, kimisi kıvranıp durur, kimisi kendisine engel olmak için ellerinin üstüne oturur ya da elleriyle gözlerini kapatır, ama sonra dayanamayınca parmaklarını aralayıp keklere göz atar. Bunu hemen yemek isterler, ama diğer taraftan 5 dakika daha beklerlerse bir kek daha gelecektir! Beklemek çok zor bir görevdir.
Sonuçlara göre, okul öncesi yaştaki çocukların %72’si dayanamaz ve pazarlığı bozarak keki yerler. Dördüncü sınıftakilerin %49’u bu cazibeye yenilirler. Sekizinci sınıftakilerin sadece %38’i dayanamayıp keki yer. Keki yemeyen çocukların ilerleyen yıllarda ki okul başarılarına bakıldığında, kendilerini kontrol edebilme becerilerinin, zeka testi skorlarından daha iyi bir belirleyici olduğu görülmüştür. Hatta bu testi geçen çocukların ergenlik döneminde arkadaşlarıyla daha uyumlu, yetişkinlerle daha dengeli ilişkiler kurabildikleri görülmüştür. Bu araştırma bize duygusal düzenlemenin odaklanmada, zevk ertelemekte ve belli sınırlar içinde iş yapabilmekte ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Başka bir değişle; en üstün bilişsel kapasite bile, eğer bu kapasiteyi kullanacak duygusal beceriler ve olgunluk yoksa bir anlam ifade etmez.


Freuda göre, öğrenme ve düşünme kapasitesinin gelişimi haz ilkesinden, gerçeklik ilkesine geçmekle gerçekleşir. Böylece düşünce, arzunun veya isteğin hemen tatmin edilmeyip, ertelenmeye başlaması ile gelişir. Düşünce, ancak somut olarak sahip olamadığımızı hayal etmeye başlayınca gelişir.
Haz ilkesinin, hemen tatmin edilmek isteyen arzusundan, gerçekliğin zorlayıcı sınırlarına uyum sağlamaya geçmek çokta kolay gerçekleşmez. Ancak bu süreç, öğrenmenin ve düşünce gelişiminin gerçekleşmesinin en önemli şartlarından biridir. Onun için ne zaman üç-dört yaşında hala yerinde duramayan, sıra beklemeyen, sadece kendi istediklerinin olması için uğraşan bir çocuk görürsek; ileride öğrenme ve akademik hayatında güçlükler yaşama ihtimali olduğunu düşünebiliriz.
Toparlayacak olursak, pek çok ailenin zeki çocuklar yetiştirme amacıyla her türlü malzemeyi ve imkanı sağlamalarına rağmen çocuklar hiçbir hayal kırıklığı yaşama fırsatı vermemelerinin, onların düşünce becerilerini dolayısıyla zeka gelişimlerini engellediğini söyleyebiliriz. Engellenme ve  hayal kırıklıkları uygun dozda yaşatılırsa çocuk hayal etmeye ve sembolik düşünmeye, alternatif çözümler üretmeye başlar.Sembolik düşünme ve soyutlama becerisi zekanın gelişimi için en temel unsurlardan biridir.


Sadece çocuk yetiştirilirken değil tüm iletişimlerin temel şiarı olmalı;
Söze dökülebilen olumsuz duyguların davranışa dönüşme ihtimali çok azalır.


Bir çocuk ile konuşulurken Neden? Niçin? Nasıl? Gibi soruları sormamak gerekir bunun yerine Niyeti ne olabilir? Ne yapmaya çalışıyor sence? Sonra ne olacak sence? Bunu söylerken aklında ne vardı acaba? Gibi cümleler olmalıdır çünkü bu gibi sorularla çocuklar görünenin arkasını okuyabilir, niyete önem verebilirler. Hem de insanların arasındaki sözsüz iletişimin mesajlarına bakmayı öğrenirler.

Temel nokta hep aynı;
Çocuğun duygusuna odaklan, hak ver, koşulsuz kabul et. Davranışını değil!
Biz davranışlarda boğuluyoruz.
Çocukların duygularını konuştuğumuzda değişim çok daha hızlı olabiliyor daha büyük çocuklarda deneyimlediğim orada bile çalışan bir mekanizmadır bu.

Adı olan hiçbir şey korkutucu değildir. Çocuk için “ Bunları konuşabildiğimize göre, yaşamamıza da izin vardır’’ algısı gelişecektir. Sakin zamanda konuşulan bu duygular, daha heyecanlı bir durumda çocuğun tekrar karşısına çıktığında, saatin zaman ile bağlantılandırıldığı için duygusal tırmanış daha sınırlı olacaktır.

Özetle çocuğun ısrar ettiği lüzumsuz istekleri ile ilgili duygusuna hak verip, davranışına hak vermeme hakkınız vardır.


Duygusal yakınlık ayrıca aile tipleri belirlenmesinde de ana halterlerden biridir.

Duygusal yakınlık çok/az
Disiplinli aile
Otoriter aile
Müdahaleci aile
İhmalkar aile
Beklenti çok/az

Aile tipleri ile yapılan çalışmalar sırasında duygusal yakınlığı çok, beklentileri çok olan ailelerin disiplinli aileler kategorisine girdiği ve disiplinli ailelerin çocuk yetiştirilmesinde optimum ruh sağlığı getirdiği tespit edilmiş.



Son olarak toparlarsak;

Anne babalık, pek çok acı, sıkıntı, hayal kırıklığı, pişmanlık barındıran, ama çok da heyecanlı ve güzel bir serüvendir. Keyif kısmı ise, bu olumsuz duyguları alıp kabul edip işleyebilirseniz size ödül olarak sunulmaktadır.

Bugünün okuyan dertli anneleri çok ciddi eleştirilere maruz kalıyorlar. Neden? Çünkü eski zamanlarda yaşayan anne babalara baktıkça bugünün ebeveynleri çok daha rahat koşullarda çok daha zorlanır pozisyonlarda görünüyorlar. Bunu da bugünün okuyan insanı kendi kendisine yapıyor zannediliyor ancak içinde yaşadığımız zaman ve toplum 20-25 sene öncesinin şartlarından tamamen farklı.
Eskiden 20-30 senede bir nesil değişirken, şu anda bu süre beş seneye inlmiş durumdadır.
Annelerin ev dışında çalışma mecburiyeti çok artmıştır. Çalışmak zorunda olmayan annelerin de, 30 sene önceki pek çok annenin farkında bile olmadıkları pilates, fitness, yeni çıkan filmleri kaçırmama, kendini geliştirme kursları, parapsikoloji kursları gibi, ev dışı milyon tane aktivitesi bulunmaktadır.
Eskiden çocuklar sadece anne babaları ile değil pek çok farklı kişiyle temas halinde oldukları için, anne babaları olumlu ya da olumsuz etkilerini bu kadar açık olmaya biliyorlardı. Ananeler, dedeler, halalar vesair vardı sokakta arkadaşlar vardı. Anne babanın yoğun duygusal aktarımlarını bu diğer önemli kişiler dengeleyebiliyorlardı. Velhasıl bir köy, bir mahalle bir çocuk büyütüyordu.
Anne babalık şimdiki gibi yüceltilmiş bir durum değildi. İnsanlar evlenirlerdi ve çocukları olurdu. Şimdi çocuk sahibi olmak gibi önemli bir misyon için evlenebiliyor.
İşte bu ve belki bunun gibi bir çok sebepten dolayı da anne babalık işi, bu kadar ön ilana çıktı. Eğer tüm bu sebeplerden dolayı çocukların bu kadar içinde yaşıyorsak, bunu doğru yapalım ve bu süreçte kendimizle de yüzleşelim istiyorum kendi adıma.
Herkesin kendi iç sesini bulmasının önemine inanıyorum…