21 Haziran 2013 Cuma

Söyle Sessizlik- Fatma Şengil Süzer



Mukaddim' e...

Uzun zamandır ihtiyacım olan; bir şiir kitabı..
Fakat Cemal Süreyya mı Cahit Zarifoğlu mu diye gitgeller yaşarken bambaşka bir şair ile tanışıyorum: Fatma Şengil Süzer..
Söyle Sessizlik benim ilk şiir kitabı hediyem...
Bu sebeple şaire hanımefendi ile ilk defa karşılaşıyoruz. Okur Kitaplığında çıkan ince-cik bir şiir kitabı Söyle Sessizlik.
Kulakları kıvrık, gözleri sürmeli bir halde geliyor ellerime...

Bir şiir mi etkiler insanı yoksa şiirdeki bir dize mi?
Bazı dizelerin altını çizerken şiirin bütününe haksızlık edip etmediğimi düşünürüm kimi zaman....
İşte o dizelerden bazıları;
Kürek Mahkumu şiirinden;
...
beni sürgün etme, ettiğinden beri
meleklerim mutsuz
omzumda bir ileri bir geri
korkuyorum taşımaz beni deniz
ne de fırlatır göğe bu ekşi
can eriğini, baktı ki tuzsuz

gözlerini açsan güneş doğar belki
hayatım kurtulur
affetsen, ben gelsem nefes gibi içeri

İçerimde bir yerlere dokunur Gasil şiiri;

bu defneyi toprağa
tut beraber koyalım
bu gizli hazineyi
dipdiri
canlı gibi

tut acımı kardeşim
sırtımda büyüük
kocaman kambur
söyle sessizlik
kırılsın tambuur

yıkarken onu
ılıcacık suyla
nazik ol, zarafetle
zılgıt çekmeden
ötmeden çırım çırım
ölümlü hançere
üşütmeden taze
ve tüy gibi bedeni

kardeşim. kardeşim
taşırım. ağır
olan acım benim

Uykusuz bir gece de dilime pelesenk:
Uykusuz

hangi yastığa koysam
uyumuyor bu ağır baş
şöyle huzur içinde ve/yahut ölmüş
bırakmış herşeyi
herşey onu bırakmış

perdeleri bırakmış itinayla kapalı
kırılan bir sabahı bir bardak suda
endişeyi lüzumsuz yere
zemheride açılan bir çukuru bırakmış

Dua niyetine;
Seccade

Allah'ım bana lütfen
yaşama neş'esi ver
al bu simsiyah tülü
bir nur gecesi ver

koyma dünyalarının
ateşlerinde bizi
bir ney esintisi
bir gül nefesi ver

ne duman boğuntusu
ne yeis fırtınası
bir dürr-i yektadan
bize gelin! sesi ver

serçelerin kanadı
gibi pır pır bir çocuk
giderse annesinden
sana kaçarlar yine
ferirruu ilallah!
mağrifet müjdesi ver

Allah'ım bana lütfen
bir hayat seccadesi ver

Mecburen adlı şiirin bazı dizeleri ne güzel tefekkür sebebi;

ben senin dengin miyim sana gelmem diyeceğim
çağırırsın ve biter
bir karış çürümüş ten bir tutam kokuşmuş dil
elimde değil
radyonun ayarını değiştirir gibi
fokurdaya kaynaya
teneşir

Sır şiirinin son dizelere gönle bir damla su;
...
yalnız senle paylaşmak hafifliği
teşekkür ederim, çok teşekkür ederim
köklerinden hayatın yürüdüğü çiçek gibi
dipdiri
ve kavi
ve ışıklar içinde
büyütüyor beni
yâ Rahman
yâ Rahim
yâ Veli...

Nenezuk'uma...
Ne Büyük Anneanne

ölüm büyük bir şeydir, hele/her nasılsa
davulun içinde kalmış kum tanesi kadarsan
sıçrayıp durursun o kudretli el
gümleterek vurdukça

bana ne bana ne
sabahtan akşama binlerce defa
böyle söyledim anane
bana ne, deliler gibi
tokmaktan ve davuldan
özledim kumlar ülkesini

kumlar ülkesi, anane
biliyorum dingin

insanın paylaşacak kimsesi
olmuyor ölümü
ölüm ne kadar büyük
ne büyük anane!

Bir dörtlük;
Yağmurda Koşan şiirinden;

biri tutar kırar
sevdiğin indirir yere seni
toprağından desti olsa saadet
biri tutar kırar

Kitabın belki de en güzeli; Larva şiiri;

yokluğunuz ne kötü
yapışkan
perişan
yeşil bir larva gibi efendim
yüreğim

hiç melek görmedim
lakin
bildim ki yanımdadır yetmiş bin.
türbedar sohbet etmiş gece
sahibiyle türbenin
bildim.

yokluğunuz ne kötü
bir larva gibi ezecekler yüreğimi
yeşil ve beyaz
ve yapışkan
bir şey kalacak
kime söyleyeyim hûyumu efendim.

efendim sizin
emzikte bir bebek gibi göğsünüzde uyusam
sonra uyanıp
bir ağlayış tuttursam
siz
mütebessim
-şşt! deseniz sussam
seccade, tesbih, ucu kıvrık halı sussa
el pençe divan
yüreğim sussa
şurda bir yığın yaprak bir kürek kum
şurda ruhum
yazıcılarım gözcülerim huzursuz
soluğum
ve selvi
hışır hışır neşşar
türbedar türbedar türbedar sussa

bir akış tuttursam bir süzülüş
siz
ah siz et kemik su ve kan ve yükseliş
-şşşt! deseniz
türbedar sır saklasa

gözlerini saklasa

ki gözlerini şerh ettim şahidim dilsiz değil
efendim
sahibim sîmâsı nûrum sevgilim
bir kerrecik
aksam bebek gibi
sussam uyusam. sussam uyusam.
...

Aşktan Ölür İnsan şiirinin bir kaç dizesi;

derim ki, bu bir ankâ-yı muğrib
susayınca göz yaşı acıkınc yürek
yutmayı ister
derim ki, bu bir ankâ-yı muğrib
gûrub etmek ister

Gûrub etmek..Gûrub edenleri sevmemek...

Bir ismi güzele teşekkür etmeden bu kitabı kapatmamak gerek 
''Şiirsiz olmazdı zira öksüz kalırdı''
Eyvallah...

16 Haziran 2013 Pazar

Gariplerin Kitabı- Ian Dallas


Bazı kitaplar var hayatımda rüyalarım sayesinde hayatıma giren, hayatımda iz bırakan...
Gariplerin Kitabı da o tarz kitaplardan oldu bu fakir için.


Ian Dallas İskoçyalı, üniversite kütüphanesinde çalışan bir memur.Bu aynanın zahiri. Arkasında ise Abdülkadir-es sufi bir şazeli mürşidi. Bunların ikiside aynı kişi değil. İnsanın zahirini aştığında meydana geldiği hal sadece...

Anladığınız üzere Gariplerin Kitabı bir tasavvuf serüveni romanı. Her zaman düşündüğümü bu kitabı okurken yine hatırıma getiriyorum: Her seyr-u süluk bir roman niteliğindedir.

İnsanın kendini aşması ne muazzam bir şey, Ian Dallas'ın kendini geçerek Abdulkadir-es sufi olması da böyle birşey. Nereden nereye diyor insan. Sonra bir söz hatıra geliyor erenlerden:
''Hakikat aramakla bulunmaz ancak bulanlar arayanlardır.''
Arayana Allah muhakkak veriyor. Yeterki arayışında samimi olsun.

Yazar'ın arayışı da bu denli oluyor.Nerden mi biliyorum? Ettiği şu sözlerden:
''Bilgi, bir dilin yapısından edinilebilecek hatta sezilebilecek bir şeyden çok farklı bir mahiyete sahip olabilirdi. Yine de çağımızın insan yapısına çok bağlı düşünce yöntemi ile dumura uğratılmış olduğu için bu mektuplarda anılan deneyimlerin birer ''trans''veya ''ekstaz hali sayılabileceğini söyledi. Fakat bu deneyimleri birer duyumsal ve ruhbilimsel duruma indirgemek onların açıklıkla bir başka düzenin yasalarına bağlı olduklarını anlamak demekti.''

''Meczuplar olduğuna göre üstadlar da var demekti ve yaşadığımız karanlık çağda, ''ermişler'' hala bizimle idiler.''
''Yani yaşayan bir mürşid. Onu bulmalıydım.''
Bu niyetle arayanların sonu hep aynı olmuştur, buna şaşmamak gerek zira Allah'ın ayet-i kerimesiyle sabit vaadidir.

Müslüman olduktan sonra bir fukara ile tanışan yazar şöyle diyor:
''Yalnızca birkaç gün içinde, müslümanlığımı fukaradan öğrenmekte olduğumu anladım. Bu yalnızca Kur'an'ı, tapınmaları, sünneti kavrayışımın derinleşmesinde onlarla birlikte olmaktan edindiklerim değildi, ben aynı zamanda yaşamayı da onlardan öğreniyordum. Yani nasıl yürüneceğini, nasıl oturulacağını, nasıl dinlenileceğini ve ne zaman sessiz durulacağını da. Nasıl yemek yiyeceğimi, yemekler karşısında kendimi nasıl tutacağımı, nasıl bekleyip, nasıl hareketsiz duracağımı öğrendim.''

Cami'ül Beyan'da şu hadis yer alır: ''Doğrusu, ümmetim arasında öyle insanlar vardır ki, Allah'ın rahmetinin genişliğinden açıkça neşe duyar ve O'nun gazabı korkusuyla gizlice ağlar. Yeryüzünde yaşarlar ama kalpleri cennettedir. Kendileri dünyadadır ama kafaları öte dünyaya takılmıştır. Sükunet içinde yaşar, Allah'ın kayrası yoluyla O'na yaklaşırlar.''

Bir satır; kısacık,kenarı ünlemli:
''Tasavvuf, Rabbi sevmek ve onun yarattığı herşeye karşı yumuşak davranmaktır. böceklere bile.''

Zaviyede geçirdiği günlere kaleme almaya başlar yazar kitabın ilerleyen sahifelerinde:
''Zaviyede bulunan öteki insanları eleştirel gözle incelemeye başlamıştım. Yalnızlık ve düşünce yoğunluğu istiyordum. Ötekileri, boş konuşmalar ve bol sofralardan başka birşey istemeyen insanlardır diyerek mahkum etmiştim. Çevremde büyük bir ruh hükümdarının sarayına yaraşmayan dar ufuklu insanlar dolaşıyordu ve ben ruhça zengin bir adamdım. Bu düşünceler içinde, kendimi zaviye hayatının toplu namaz ve toplu yemek biçiminde sürüp giden günlük akışı arasında büyük emeklerle yalnız kalma zamanları koparabilmiş bir kimse olarak görüyordum.
Kendimi üstünlükle donatılmış sayarak kazanmayı göze aldığm bu sessiz savaşın ortasınd ihtiyar ve ince ruhlu Nahb'lı çıkageldi. Beni selamladıktan sonra kocaman gülümseyişiyle yanıma oturdu.
''Ne dersin, zor oluyor mu?'' diye sordu.
''Hayır'' diyerel lafı ağzına tıkadım.
''Ya!'' dedi, böyle bir zorluğu aklına getirmekle hata ettiğini belli edercesine.
Aramızdaki sessizlik birbirimize birşeyler söylemeye canattığımızı gösterecek kadar uzadı. Sonunda ben ağzımdan kaçırdım:
''Niye''dedim, ''zor olacakmış sanki?''
Yine gülümsedi. ''Yok, yani, bazı müridler başlangıçta zorlukla karşılaşır da ...Biraz boğucu bulurlar.''
Kalbim minnet içind hızla çarpmaya başladı. Hiç yalnız kalamamak zordu, ama sabırlı olmalıydım. Tam benim meselemi dile getiriyordu. Herkesin kendimle aynı ruhi tutkular içinde olacağını bekleyemezdim.
Elini kolumun üzerine koydu. ''Benim içinde zor olmuştu.''
İşte bütün istediğim buydu, hemencecik bütün şikayetlerimi sayıp döktüm ona. Fukarayı suçladım. Tarikatın asli öğretisini örten kültürü suçladım, birlikteliği suçladım, işaretlere özgü bir yalnız kalma korkusu dedim...Ama bütün bunları ardarda sırladıkça gide gide yanlış, daha yanlış bir noktaya vardığımı anlamış oldum. Konuşmamı usulca bağladım, pil bitti.
''Peki , ne yapıyorsun kendi başına kaldığında?'' Bu soruyu bana sorduğu anda sonuca da varılmış oldu, ama ben kendimi haklı çıkarmaya uğraştım. Hayır, tek başına kalınca ne namaz kıldım, ne zikrettim ama bunların yapılabilmesi için önce bir yöntemin bulunması gerekir. Zikr için bir yer olması mesela. İşte böyle şeyler!
Yaşlı adam kesin bir tavırla salladı başını, tıpkı bir keresinde camide yaptığı gibi. Hayır, yine yanılıyordum.
''Peygamber-salat ve selam ona olsun- dedi ki, 'Şeytan tek adamla birliktedir.' Gerçekten yalnız olmak bu demektir. Üstelik sen, kendi başına kaldığın zaman yalnız mısın? Hayır. Binlerce düşünce kafanı yalnız bırakmaz, yüzlerce nefs seninledir, öfken, gururun, herşeyin.''
Bana gülüyordu, ama bu gülüş öyle tatlı bir anlayışla doluydu ki, başımı utançla eğdim. ''Mücadele bitmiş değil daha. Bitince görceksin. Yalnız kalmayı başarmak demek, bilgelik uyarınca söylersek, önce başkalarıyla birlikte olmayı öğrenmek demektir. Savaşma. Şeyhine bak! Şeyhine bak!''

!!!

Nefsine terbiye yoluna çıkan her insanın durağıdır ki o:
''Ben'im silinmesi çok yerinde birşey diye düşündüm ama bu alanda ne kadar çaba harcarsam , ben'im okadar silinmezleşiyor gibi görünüyordu bana! Nefs- onun hakkında okumak, yahut konuşmak başka, onunla hesaplaşmak yine başkaydı.''

Manidardır:
''Her nasılsa, Mürşid'den hiçbir işaret gelmiyordu. O hergün gelip giden müridlerle uğraşıyor ve ben boşuna onun bana birşeyler bildirmesini bekliyordum. Nefsimin potasındaki kaynaşmalar, tütmeler öyle korkunç olmalı ki onları buraya yazmakta tereddüt ediyorum. Ne de olsa benim cehaletim ve kendimi önemli saymakla üzerimde taşıdığım kof duygu herhangi bir adamınkinden az değildi. Bu ortam içinde mevcududiyetimle Üstadımızın dikkatini çekemiyorsam gözönünden kalkarak aynı sonucu elde etme kararına vardım....'' devamı kitabı okumaya niyetlenenlere nasip olsun.

Mürşid ve mürid ilişkisine müthiş bir kuram:
''Her nesnenin kendi bilinci vardır. Diyelim ki şu bardak...Kendi bilincindedir. Şuraya kadar bilebilir.Oraya gelince dolmuştur. Şimdi bu sürahi kendi bilincindedir.Şuraya...kadar bilebilir. Fakat bu bardak, bu sürahinin bilebildiğini bilemez. Kendi biçiminin elverdiğinden daha fazlasını içermez. Ama bak.Bu ...bunu doldurabilir.''
!

''Dilin anlatım gücünün bittiği bir bilimi kelimelerle nasıl açıkladıklarını okudum.''
...

Bir Hadis en sevdiklerimizden olan:
''Allah'ı hatırlamak sermayemdir.
Akıl v sağduyu varlığımın kökleridir.
Aşk varlığımın temelidir.
Şevk hayatımın aracıdır.
Allah düşüncesine dalmak yoldaşımdır.
İnanç gücümün kaynağıdır
Hüzün arkadaşımdır.
Bilgi silahımdır.
Sabır elbisem ve erdemimdr.
İlahi İrade'ye boyun eğmek vekarımdır.
Hakikat kurtuluşumdur.
İbadet alışkanlığımdır.
Ve namaz gözümün serinliğinde, zihnimin sükunetinde yer alır.''
Efendim(s.a.v.)

(Garipler benim sünnetimden halkın bozuduğunu doğrultan, halkın yıktığını yeniden yaşatandır.-Tirmizi/İman,13,İbn Mace Fiten15)


Bunca kelam ettikten sonra kitabın isminin neden Garipler Kitabı olduğunu anladınız mı muhterem kârilerim. Bu düşünceleri taşıyan insana fakir fakirin çoğuluna ise fukara denir. Fukaralara ise genelde gerip insanlardır. Garibanlık onların şanındandır...
''İslamiyet Garip olarak başlamıştır ve bir gün gelecek yine Garip hale dönecektir. Bu yüzden Garipler mübarektir.''

Küçük yaşta ağlamaya başlayan fakirler vardır belki ,anlamaya ise büyük yaşta erişenlerdir:
''Fakire uğrayan ağlayış nefsten değil, kalpten gelir. Kalp insanın gerçek doğası ve gerçekliğin doğasını deneyimlediği bir yeteneğidir. Fakirin ağlayışı kalpten bir örtünün kaldırılması demektir. Bu da onun yaptığı i iş değil, Rabb'in işidir.Nitekim yalnız onun istediği kimseler gözyaşı döker. İşte bu yüzden Peygamber-selam ve bereket ona olsun- şöyle dedi, ''Ağlayın, ağlayamazsanız ağlamayı taklid edin, Allah'ın inayetiyle ağlayacak duruma gelirsiniz.'' Nefsin teslimiyeti böyle başlar.

...

''Fukaranın ulaştığı noktayı anlatmam için hiçbir şey beni önceden hazırlayamazdı. Çünkü onlar arasında öyleleri var ki insanlar arasında geçerli olan ölçülere vurulduğunda sahip oldukları derin ruh yeteneği ve gördükleri soylu eğitim anlaşılamazdı.Onların teslimiyeti, sadelikleri ve vekarları Görünmez'in bilgisi ve deneyimi yoluyla iki kat artmıştı. Onları tanımakla insanın biricikliği yüzünden ayrı tutulabilirdi ama burada bir insan topluluğu vardı ki, bunların her biri kendi ölçüsünde bir makam sahibiydi. Bu da bana insan varlığının doğasının ne durumlara geçebileceğini öğretti.''
''Peygamber'in sünnetiyle yüklü olabilmek için insanın bu adamlarla oturması, yemek yemesi, yürümesi yeterdi.Onlarla namaz kılmak paha biçilmez bir hazinedir.''

...



(Fas'ın Merakeş kentindeki Karaviyyun Camiinde İslam'a giren Ian Dallas, 
Abdulkadir adını alır. Kısa süre sonra Fas'ın Meknes kentinde Şazeli tarikatının Darkavi kolunun mürşidi Şeyh Muhammed Habib ed-Darkavi'ye intisab eder. Şeyh tarafından kendisine ''es-Sufi'' lakabı verilir. Gariplerin Kitabı'nda Ian Dallas'ın Abdulkadir es-Sufi oluşu sürecinde 1968 yılında yaşadığı tasavvufi serüveni anlatır.1970 yılına gelindiğinde tarikat içinde halife (=mukaddem) konumunda olan es-Sufi, İngiltere'de yaptığı "çalışma" sonucu dört Batılı'yı daha ''yol''a getirmiştir, 1970'te ABD'ye gider ve ardından bütün Avrııpa, Güney Afrika, Nijerya, Malezya, Endonezya ve pek çok Arap ülkesini dolaşır. 1971 'de tebliğini kabul ederek tarikata alınan insan sayısı 16' ya ulaşmıştır. O yıl 4 müridi ile beraber Şeyhiyle buluşmayı da planladığı Hacc'a gider. Ancak Şeyhi Hacc yolunda iken Cezayir'de vefat edince bu görüşme gerçekleşemez. 1974'de ABD'nin Kaliforniya eyaletinde verdiği ve Batılıları İslam'a davet için organize edilen seminer notlarından oluşan Muhammedi Yol adını taşıyan kitabı yayınlanır. 
   1976 yazında Londra'daki ünlü Hyde Park'ta insanları açıktan İslam'a davet etmeğe başlarlar. Aynı yı1 bağlıları ile beraber Londra'nın kuzeydoğusunda 100 mil mesafedeki Norfolk'ta , 10 yıl kadar yaşayacağı ''Müslüman Köyü"nü kurmağa başlarlar; 1970'lerin sonunda cemaatı, bu köyde modern hayata kafa tutan bir hayat tarzı üzerinde yaşayan ve İslam'ı kabul etmiş 200 aileye ulaşmıştır. Bu topluluk ortaya çıkan bazı güçlükler üzerine bizzat, Abdulkadir es-Sufi tarafından yavaş yavaş dağıtılır ve nihayet 1987 sonlarında İspanya'nın Granada şehrinde kendi tarikatı etrafında teşekkül eden müslüman topluluğun yanına hicret eder. (Abdulkadir es-Sufi'nin hayatına ilişkin burada verdiğim bilgiler Inquiry dergisinin Şubat 1988 sayısından aktarılmıştır. Bu nedenle 1988 sonrasında 1996 yılında İstanbul'da görüşmemize kadar geçen son 8 yıl içerisinde Şeyh'in hayat seyrindeki değişimi hakkında ayrıntılı bir bilgim olmadığını belirtmeliyim.)
   Gariblerin Kitabı'nda Londra'da bir üniversite kütüphanesinin "İslam Yazmaları" bölümü sorumlusunun -ki yazar Ian Dallas'tır bu kişi- duvarda asılı bulduğu ve "Berekatü Muhammed" yazısını içeren bir kufi istifin anlamını çözmeğe çalışırken başlayan ve nihayet Fas'ta İslam ile tanıştıktan kısa bir süre sonra zahiri İslam'ın derunundaki batıni gerçeklik yani tasavvuf; en somut ölçüleri ile en soyut boyutlarına hayret verici bir beceriyle ulaşılarak anlatıldığı tasavvuf var. Bu ifadelerimin ne derece hakkı teslim ettiğini anlamanız için yanda kitapdan "denizden birkaç damla su" misali vereceğim alıntılara göz atmanız yeterli olacaktır.
   - Bu yazı Yeni Şafak gaztesinin 28 Kasım 1997 Cuma günkü nüshasında yayınlanmış olup http://www.sufi.20m.com internet adresinden alınarak düzenlenmiştir)

Abdülkadir-es sufi hazretlerinin yönettiği bir zikir meclisi izlemek isterseniz:

http://www.youtube.com/watch?v=wwSom1ksOvw

15 Haziran 2013 Cumartesi

Kur'an Okumaları-1- Metin Karabaşoğlu


Sizler daha önce Metin Karabaşoğlu'nun hiç kitabını okudunuz mu bilmiyorum ancak bu fakir için Ku'an Okumaları 1, tanışma kitabıdır. Çok memnun olduğumu söylememe gerek yok sanıyorum. Uzun süredir takip etsem, dinlesem de okumak farklıymış onu gördüm. 

Metin Karabaşoğlu İzmir'li bir siyasalcı. Karakalem dergisinin editörlüğünün yanısıra kitap çalışmaları var.


Şeklinde bir cv özetinden sonra...
Öncelikle belirtelim ki Kur'an Okumaları 1 hiç de kolay bir kitap değil muhterem kâriler. Konunun ağırlığının yanısıra yazarın dili de zorluyor okuyucuyu. Derinlere dalıyorsunuz konuyla birlikte üslûpta sizi derinleştiriyor. E tabi biraz zorluyor da. Fakat bunun yanında Metin Karabaşoğlu beyefendinin muhteşem ufkuyla tanışıyorsunuz. Beni en çok etkileyen kitapta bu oldu. Bazı kitaplar okuyucusunu alır bir basamaktan bir basamağa taşır. Okurken büyür, gelişir, hatta olgunlaşırsınız. En sevdiğim kitaplardır onlar benim. İşte Kur'an Okumaları 1 de böyle bir kitap. Yeni moda tabir ile 'felexible' bir okuyucu kitlesine hitap edebilecek bir kitap.

Birçok sahifeyi okurken kitabı bırakıp tefekküre daldığım oldu. Bunun için dahi yazara minnettarım. Yazarlık bu demek zaten kanaatimce; bildiğim bilgileri harmanlayarak bana aynı bilgilerden başka başka ufuklar açmak. Bu kitap fakir için aynen böyle bir kitap oldu. Yalnız şu var yazar çok üst perdeden anlatıyor bir çok ayeti ve sureyi. Yani Kur'an ile haşır neşirliği az olan okuyucuların henüz tanışmasını önerebileceğim bir kitap değil bu bağlamda. Zahire hakim, batındaki manalara meraklı okuyuculara hitap ettiği çok aşikâr. Bu sebeple basit ve net açıklamalar yok, direkt derin dalış yüksek uçuşa geçiyorsunuz. 
Ve çok sevebiliyorsunuz. Çünkü zannediyorum tüm Kur'an okuyucusunun isteğidir; kendi okumalarındaki erdikleri, eriştikleri ve anladıklarını paylaşmak. Bu anlamda herkesin ama herkesin Kur'an notluğu çok kıymetlidir gözümde. Ama derin ama sığ. Ama az ama çok. Herkesin kendi kabınca o mübarek kitaptan birşeyler alması...
Peki bir kitap herkese göre bu kadar değişik anlamlar taşıyabilir mi? 
Evet. 
Eğer mevzu bahis kainatın kitabıysa ve Allah kelâmıysa olur. Daha neler neler olur. Mesela Kur'an konuşur, mesela Kur'an doktor olur, pansuman yapar, mesela Kur'an dost olur, sır taşır. Hasılı olur, herşey olur. 
Kitapta altı çizili satırlarıma gelecek olursak;
Tefekkür deryası demiştik değil mi? 
"Avucumuza aldığımız anda eriyen kar taneleri, gün olur, yerin yüzünü metrelerce kaplar; insanlar evinden dışarı adım atamaz hale gelir. Bir karınca ordusu gider, Firavun'un sarayını yerle bir eder. Tüm mahluklar, böylece, cemal içinde celâli de gösterip, bir Cemîl-i Zülcelâl'den haber verir."
Şeklinde başladıktan sonra fakirinde hep dikkatini çeken bir sıralamaya parmak basıyor yazar, o sıralama beni sıra sıra zincirlere sevk ediyor:

Kimi mümine(başta kendime) yakıştıramadığım sözler duyduğum olur. İnancı olan insanın böyle düşünebilmesi garibime gider. Kaynağına bakmaya çalıştığımda ise hep aynı noksaniyet görülür; imani zaafiyet! İslam Akademisi'ne giderken aldığımız derslerden biri de Akaid dersiydi. O ders ki, sınıfın en tenha olduğu, pek rağbet edilmeyen bir dersdi. Birçok talebenin tabir-i caizse hafife aldığı kolay bir ders. Ne vardı ki imanın esaslarını bilmede çocukluğumuzdan beri belli olan; meleklere iman, Kur'an-ı Kerime iman... gibi ezberlediğimiz kaideler...Şu gün bakıldığında teoride en iyi bildiğimiz ders pratikte en zayıf olduğumuz hali göstermekte. En basiti meleklere iman eden bir mümin yalnızlıktan bahsedebilir miydi? Heyhat! 
İşte o sıralama:
 "âminu ve amilu's-sâlihati' yani 'iman eden ve salih amel işleyenler' kalıbı, sürekli bu sırayla sunulur. Bu vurgudan anlarız ki, bir eylemi, bir fiili, bir ameli 'salih amel' kılan unsur, onun imani bir kasd ve niyetle yapılmasıdır.
Fakat birçoğumuzun o iman eden kısmı hiç dikkatini dahi çekmiyor. İman ettik zaten neden bir daha bir daha düşünelim ki diye geçiyor. Oysa iman, iman... Ah herşey orada başlayıp orada bitiyor. Orada düğümlenip orada çözümleniyor...
Bu noktada Ömer Tuğrul İnançer hocamın sohbeti gelir hatırıma; islamı tapınma dini haline getirdiğimizden dem vurur hocam aynı diğer semavi dinlerde olduğu gibi. Oysa ki islam tapınma dininden ziyade niyete dayanır. Hayata dayalıdır. Her ama her noktadadır. Her noktadaki niyettedir.Niyetsiz yapılan hiç bir amelin kabuliyeti yoktur. Bu yüzden Kitabımız amelden önce hep aynı vurguyu yapar önce NİYET...

Altı çizili satırlarımı aktarmakya devam ediyorum. Bir paragraf arası ne güzel diyor: 
"Dinlemek, eğer söylenen mâkul birşey ise, ve kendisinin o ana kadar taşıdığı kanaati çürütüyorsa, bu kanaatten vazgeçip hakkı teslim etme cesaretini de ihtiva eder."
!
 İnsanların dinlemekden kastı duymak oluyor olmasın? 

Bir hatırlatma payıma ilk okuduğumda da bu denli etkilendiğim; 
"Münkirlerin inadı karşısında üzülen Peygamber aleyhisselamı Allah " Sen ancak bir hatırlatıcısın; zorlayıcı değil" diyerek teselli eder. " Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin" diye meydan okur. "Bırak, havuzlarında oyalansınlar" diye, vahye kulağını kapatanları, Hesap Günü'ne havale eder."

Kur'an Okumalarımıza devam ettiğimizde her kârinin eminim hatırına gelecek bir ikaz vardır. "Akletmez misiniz" Allah sürekli bu soruyu sorar kullarına. Aklederim inşallah tefekkür bile ederim Rabbim diye cevap verme şımarıklığında bulunurum kimi zaman. En sevdiğim ibadettir tefekkür. Sahi tefekkür ibadet midir? Hemde sevap tüccarlığı yapmış olmayacaksam bildirmeliyim ki; bir çok ibadetten kat be kat daha sevap. Bunun nedeninide sanırım Metin Karabaşoğlu hocanın yaptığı tefekkür tanımından anlayabiliriz:
"Akletme yalnız akılla yapılan tek bir düşünme işlemini; tefekkür ise, tüm duyguların seferber olduğu sürekli bir düşünme ameliyesini ifade eder."
Sürekli Onu düşünmek...

Kum, fe enzir!
(Manası, tefsiri sizin olsun)

Sonra "İkra!"
...
Güzel bir sözdür twitterdan öğrendiğim; "Biz Allah'ın "Oku!" emrini diploma al olarak anladık" cümlesi. Peki gerçekte Rabbül aleminin 'oku'dan kasdı neydi? Bunu anlayabilmek için siyer ilmiyle biraz haşır neşir olmak gerekir. O ilk ayetten sonra bir süre vahiy kesilir. İşte o zaman diliminde Peygamber(s.a.v) okumayı öğrenir. Kitabı değil kainatı okumayı öğretir Rabbisi. Bu yüzden Ebu Kubays tepesinden "Ey Mekkeliler! Ey insanlar! Okuyun!" diye de seslenmez.Çünkü o ayetin muhatabı bizzat kendisidir. Ve kainatı okuyabilmek onun nevi şahsına münhasırdır. 3 yıl gibi uzun bir süre "Oku!" emrini nefsine belletir. O'nu yaratan Rabbisinin ismiyle okumakla sorumludur. Bu hitabın ağırlığıyla "örtün beni" der "örtün..." Bundan sonrasında "Ey örtüsüne bürünen" hitabı manidardır. Sırdır. Bu hitap ile layıkiyetini ispatlar cânım Efendim. Hakikat satıcısı değil, talibi, talebesi olduğunu belgeler. Tereddütsüz ve kesintisiz 3 yıl boyunca iman hakikatlarını önce kendi duygularına sindirme tavrı onun şanına ne çok yakışmıştır. Ah Efendim ah...
İşte tefekkürünü çok sevdiğim bu iki ayete dokunuyor yazar da; İkra ve Müdessir... 
"Fetret- i vahiy' yani vahyin kesilmesi diye isimlendirilecek olan hayli uzun bir süre. Bir rivayete göre iki buçuk yılı, diğer bir rivayete göre üç yılı bulan upuzun bir süre."
"Ya eyyühel müdessir!" hitabını bununla birlikte düşününce, "ey örtüsüne bürünen" hitabındaki örtü kalkmaya başlar. Vahiysiz kaldığı dönemde örtülere bürünen(yalnızlık ve tefekkür) Efendim(s.a.v)'e Rabbisi; "Artık örtülerinden sıyrıl ve kalk" der. Tebliğe teşvik eder.
"Kalkıp uyarmak, ancak 'örtüsüne bürünen'lerin lâyıkınca ifa edebileceği bir ilâhi lütuftur."
!

Diğer satırlarıma gelince:
"Gazete-televizyon haberlerinin kulluğumuzu hatırlamaya değil, bilakis unutmaya vesile olan yorumlar sunduğu bir vasatta, 'susma'nın da bir oruç' olduğunu bilelim."

Gönlümde yeri başka olan peygamberlerim olan İbrahim aleyhisselamın bir duasını yazıyorum not defterime; " Rabbi'c'alnî mûkime's-salâti ve min zürriyyeti." yani "Rabbim, beni ve soyumdan gelecek olanları namazı devamlı kılanlardan eyle"

Tâlut'la beraber nehrin öte yakasına geçen müminlerin duasının yanına bir yıldız ekliyorum:
"Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver, kâfirlere karşı bize yardım et."

Sonra sahih bir rivayet öğreniyorum. Çok hoşuma gidiyor. Resul-i Ekrem efendimiz yılan gördüğünüzde, " Enşednâkum bi'l-ahdi'llezi ehaze aleykum Nûhun" yani "Nuh'a verdiğiniz söz sebebiyle, Allah aşkına bize dokunmayın deyiniz" buyurmuşlar.
Bir anne düşünün şimdi, evladını kıra ormana gönderirken "Selâmun alâ Nuhîn fi'l-âlemin" desin. Mahlukat Nuh aleyhisselamın selamını alsın. Nuh'un yolunda olduğunuzu bilirse sizden, evladınızdan ona zarar verecek bir tavır görmezse size ve biriciğinize zarar vermeyecektir. 
(Hep birlikte; Subhanallah)

Muazzam bir tespitte 'çağının mahkumu bir milyar müslüman'a karşı oluyor Kur'an Okumalarından.
Müslümanın özgürlüğünü ve fethini Kâfirun ve Nasr sureleri ile açıklıyor yazar. 
Malumumuz 'günümüz modern müslümanları' olmak şeklinde bir algı var. Buradan maksadın da 'modern tebliğ' olması durumu. Hani kolaylaştıracağız sevdireceğiz ya! Bu kolaylaştırma ve sevdirme başkasından ziyade nefsimize kolaylaştırma oluyor sanki. Metin Karabaşoğlu hocam da böyle bir kolaylaştırma modernleştirme zorunluluğunun olmadığını "Lekum dînukum veliyedin" fermanı ile izah ediyor. Bu ferman ile müslümanın yalnız kalmayacağını "Lâ a'budu mâ ta,budûn/ Sizin taptığınıza tapmaycağım" kararlılığında yaşayan sahabilerin 8 yılda 40 kişi(müslüman) ilken 30 yılda müslümanların on milyonlarca kişi  olmaları ile ispatlıyor.

"Nasr 'yardım' demekti, 'nasrullah' ise Allah'ın yardımı. Sonra feth..."
Virdin sonundaki 'estağfirullah'ın sebebine başka bir sebep daha ekliyor Metin Karabaşoğlu hocam Nasr suresinin tefekkürü ile. Bir daha teşekkür ve hamd ediyorum.

Kitabı okuduğum sıra tanıştığım ateist arkadaşlarımın sözlerine cevap oluyor bu satırlar, bir daha irkiliyorum:
"Şu koskoca kâinatta cismi itibarıyla bir toz zerresi mesabesinde bile olmayan insan, küfür ve isyanı yüzünden, bütün bir kâinatın varoluşuyla, bütün canlıların hayatlarıyla ettikleri tesbihat ve şehadeti hiçe saymakta; tümünün hukukunu zayi etmekte; tüm mahlukların ubudiyetlerini yalanlayıp çarpıtmaktadır. Sonuç olarak, küfür ve isyan halindeki tek bir insan, tüm kâinatı ilgilendiren külli bir cürme yeltendiği için külli bir itab, ikaz ve lânete konu olmaktadır.

(Kitaba devam ederken "Kârun öldü mü?" başlıklı konuya geliyorum. Bu başlıkla ilgili 4 sahifenin de uçlarını kıvırarak mektup şekline getiriyorum. İnsanoğlunun para kazandıkça mülk edindikçe okuması gerekir diye de renkli kartonlara yazıp asıyorum duvarıma. Uzunluğundan ötürü hem buraya yazmıyor hemde bildirmeden geçemediğim için bir parantez şeklinde açıyorum kâriler... )

Muavvizeteyn yani Felak ve Nas surelerine de dokunuyor yazar. Bildiğiniz gibi iki surede 'euzu' ile başladığı için şerden Allah'a sığınma anlamında olduklarından Muavvizeteyn diye adlandırılmakta.
Öyle güzel açıklıyor ki Metin Karabaşoğlu hocam her bir ayeti kelime kelime...
"Eûzu demek, "Acizim; kadir değil. Yolcuyum; rehber değil. Hidayete muhtacım; hidayet kaynağı değil" diye kabul ve ilan etmektir."
Ettik ya Rabbi!

Ve kitabım bitiyor.
Kitabın son sahifelerine birşeyler karalıyorum sonrada uzun uzadiye düşünüyorum: 
Rububiyet - Malikiyet - İlâhiyet
Rab           - Malik       - İlah
Muazzam düzen - Herşey O'nun - İlla Allah
Kavra         - Anla   -     Yaşa(Tap)

Kitabı okuduktan sonra da yazdıktan sonra da aynı kanaate bir daha varıyorum; tekrardan okumalıyım...

Okuyanlara selam etmeliyim... Es selamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtühü muhterem kâriler...




7 Haziran 2013 Cuma

Waldo Sen Neden Burada Değilsin- İsmet Özel





Herkesin bir masalı var... Hayatının masalı. Ama sıkıcı ama akıcı...
Elimdeki kitap bir masal kitabı. Yo yanlış olmadı bir masalı özetlemeye çalışacağım size muhterem kâriler; İsmet Özel'in masalını. Bir komunist şairin masalını...

İnce bir kitap; Waldo Sen Neden Burada Değilsin, muhteviyatı ise oldukça kalın. Okuduğum 102 sayfa, bana binlerce sahife gibi geldi. Şair olmanın şiarından olsa gerek; az söz ile çok manâ... Gerçi bu durum şairden şaire değişen bir durum arz etse de, İsmet Özel' in metaforları, anlatımları her zaman derin olmuştur. Basit düşünceler basitçe aktarılırken düşünce dehlizlerine girildikçe kalemin derinliğide o denli artıyor sanırım. Bu sebeple uzun uzun hazım süresi gerek bu kitabı okuyanlara. Sonra berrak bir zihin algılamanın rahat olabilmesi için. Zira bir kaç kere seyehat ederken okumaya teşebbüs ettimse de sağlıklı geri dönüşler alamadığım için vazgeçtim.


Kitaba gelecek olursak; İsmet Özel Waldo Sen Neden Burada Değilsin kitabında kendi masalına derin çözümlemeler getiriyor. Yani hep hayalimde yapmak istediğimi yapıyor. Kendini, sıfatlarını, masalını izaha soyunuyor. Hayatını gözden geçiriyor. O mükemmel soru ile "Ne için"...

Ve bunu satırlarına şu şekilde nakşediyor:
"İnsanların çoğunluğu kendilerine sunulmuş anlama kalıplarını ve toplum tarafından geçerli sayılmış eyleyiş biçimlerini eleştirmeksizin benimserler. Bu kalıp ve biçimleri eleştirmeye güçlerinin yetmeyeceğini düşünürler. Böyle insanlar bilinçli bir savaş yürütmezler, kendilerine özgü yolu aramazlar. Savaşın gereğini yerine getirirler ve Üzerinde bulundukları yoldan giderler. Sorgusuz, sualsiz.  Azınlıkta bulunan bazı insanlar ise savaşın gereğini yerine getirip getirmeme konusunda bir açıklığa varmak isterler. Yaşamak savaşmaya, savaşmak yaşamaya değer mi? Bu soru bir kez soruldu mu, artık cevaplandırılmış demektir. Çünkü " Ne için?" Sorusu, onun birşey için olması zorunluluğunu anlatır. Savaşı sorgulamayanlar onun neye değdiğini bilmeye de uzak kalacaklardır"

Peki siz yaşamınızı, hayatta edindiğiniz yeri, toplum içerisindeki sıfatlarınızı ne kadar sorguluyorsunuz?

Bazen masalınızı sorgulamanız sonucu kendinizden aldığınız cevaplardan tatmin olamıyorsanız;
''Bir masalın uyku verip vermediği biraz da bizim o masala avunmak, gerçekleri göğüslemekten kaçmak üzere yönelip yönelmediğimizle bağlantılı."

Bu düşünceler ışığında başladığım okuma serüvenime devam ederken bir cümle çok hoşuma gidiyor(Sadece bir cümlemi!):

"Danışma tanışmaya dönüşünce gerçek patlar."

Yazarın ilk sorgusu şairliği üzerine başlıyor 'Neden şair olmak?' ... 'Şiir nedir?', 'Şair kime denir?' bu gibi soruların cevaplarını ararken şu cümlenin altını çiziyorum:

"Diyebiliriz ki şiir  insanın duruşu "objectification"udur"
Yani objektifinizden gördükleriniz sizin şiiriniz olur. 
"Genç yaşımda şiirin, önemli ve değerli şeyleri dile getirdiği için değil, önemli ve değerli şeylerin varlığını bize hissettirdiği için hayatımızda yer tuttuğunu kavramıştım" diye açıklarken şiiri şair
sıfatlarıma bir sıfat ekler şu tespit ile
"İtiraf etmeli ki şiir okuyucusu açık veya gizli, güneşte veya gölgede, atılgan veya ürkek, başarılı veya başarısız bir şairdir" 
Ne doğru...
Her şiire sevdalı bir şairmiş meğer...

Neden yazarım neden çizerimin cevabını benim gönlümden yazıyor Şair. Sadece bu fakirinde değil aslında tüm yazar çizer tayfasının samimiyet için tabi olması gereken, şekilcilikten arınmak için bellemesi gereken düsturu söylüyor:

''Neyi yazdığım ön plana çıkmaksızın yazmanın önemini yaşayabilirdim. Benim başından beri istediğim buydu.''
'' Yazdıklarımın kendime kendimle ilgili bir derinleşmeyi sağladığını anlamamla, bu yazı türünün bir bilgilenme aracı olduğunu anlamam aynı zamana rastlar.''

Kıymet bilir gönül insanlarının şair algısını yansıtan bir paragraf gönlümü alıyor; sahi tüm şairler böyle midir? :

''Gördüm ki şair oluşumu insan oluşuma ne kadar yakın kılabilirsem kendiliğinden dışa vurduklarımla, bilinçli bir çabayla seçtiklerim arasında yakınlık doğuyor. Yazdıklarım "yazmayı uygun bulduklarımdan" değil, " yazmam kaçınılmaz ve tabi olanlardan" meydana geliyor.''

Toplumda 'şair' denince bir durur en şiirden anlamazı bile. Ona bir mistik eda ile yaklaşır ki sormayın gitsin. Acaba neden?

Buna da yazar-şair şu şekilde açıklama getiriyor:
''Şairler insanlar kadar insan olmaya yöneldikleri için daha fazla insandrlar ve bir insanın "insan oluş" la örtüşme çabası onu üstün kılmaz. Şairlerin üstünmüş gibi görünüşleri içinde yaşanılan toplumun insan değerleri karşısındaki duyarsızlıklarıyla, insanların insanlıklarını hissetmede karşı karşıya oldukları güçlüklerle bağlantılıdır''

Masalının en önemli parçalarından biri olan şairliği ve şiiri çözümledikten sonra diğer önemli parçası komunizm üzerine devam ediyor İsmet Özel hocam. Yaşadığı dönemler memleketin siyasi olarak en karışık dönemleri olması hasebiyle daha bir özenle okuyorum. 

Okudukça tefekküre dalıyorum. 60 darbesine gelince mevzu bahsimiz; duruyorum:
''Çocuksu bir Batı hayranlığının hürriyeti sayılmalı 1960 darbesinin getirdiği hürriyet. Çocuksu çünkü Batı dünyasındaki üstünlükleri sadece dış yüzeyleri ile tanıyıp seven bir aldanışın yedeğinde; çocuksu çünkü kendi ülkesiyle ilgili gerçeği yok sayacak ölçüde optimist.'' diyor ve yanına bir yıldız ekliyorum.
Ardından sosyalizmin, komunizmin ve marksizmin derinlerine dalıyoruz enfes tefekkür kalemi ile :
''Sosyalizmin, komünizmin, marksizmin Türkiye'de mekan tutabileceği bir toplumsal unsur, yaşayan bir toplumsal değer var mıdır? Yoksa sosyalistlik( tüm varyantlarıyla) Türkiye'de Budist olmak gibi, sürrealist olmak gibi bireyin kendi dünyasında kapalı seçmeleri ilgilendirdiği için hiçbir toplumsal ağırlığa sahip olmadan varlığını sürdüren bir düşünce tarzı mı? Türkiye' de sosyalistim diye birini ciddiye almalı mı, yoksa gülüp geçmeli mi?''
İşte bu! diyerek yanına kocaman bir tik atıyorum. Evet sosyalizm bir toplumsal değer mi? yoksa bir düşünce tarzı mı?


Memleketin ozamanındaki sosyalizm, komunizm algısana dair bir çok bilgi öğreniyorum Waldo Sen Neden Burada Değilsin kitabından. Bu bilgiler çok kıymetli. Neden mi? Çünkü:

''Ben bilgiye bir açılım, bir genişleme ve öğrendiklerimle dünya üzerindeki varlığımı anlamlandırma imkanı olduğu için rağbet ediyorum.''

O karışık dönemdeki gençlik analizine bakacak olursak aslında şu zamandan çok da farklı olmayan bir tablo çıkıyor karşımıza ki oldukça manidardır:

'' Öğrenciler veya ne olduğunu bir türlü anlayamadığımız değişken karakterli "gençlik" ise düstursuz kalmaya mahkum olduğu kadar, destursuz eylemlerin taşıyıcısı olmaya teşnedir.'' Bu sebeptendir ki o dönemdede bu dönemdede ve gelecek dönemlerdede kullanılmaya elverişlilerdir.

Memlekete, memleketin 'aydın'ı diye tanımlanan insanlara baktıkça kimi zaman karanlıkta kalmak istiyorum ya Rabbi derim. Aydın insanın çevresini aydınlatması gerekirken bunların kendilerine hayrı yok diye hayıflanırım. Bu insancıklar neden böyleler acaba diye sorduğumda bugünün cevabını verebiliyorken dünden gelen kökteki sıkıntının cevabını da İsmet Özel beyefendiden dinliyorum:

''Türkiye'de insana, adınlanmadan geçmediği halde, aydınlanmanın ilk faraziyetleri öğretilmiştir.'' bir tik daha...

Masalının devamında komunist şairlikten müslüman şairliğe nasıl geçtiğini, batıl ile hakkı nasıl ayırt ettiğini anlatıyor şair. 

Ve son söz niteliği taşıyan bir açıklama ile noktalıyor masalını, o son söz ki sanki benden çıkıyor, o son söz ki kenarına yıldızlı ünlemlerden bıraktırıyor:
''Her insanın beş duyusuyla algıladığı bu dünya üzerinde bir hayatı var. Ben bu hayatı bilerek, isteyerek, her dakikasını kendimin kılarak, duyarak ve düşünerek, uyanıklık içinde yaşamak istiyorum. Belki bu dünya hayatını en üst düzeyde yaşayabilmek, bir başka insanla ortaklaşa tanıklığına vardığını uyanıklık durumunu paylaşmakla mümkün.'' 


(Kitabın adı mı? Bu masal ile alakası mı?

O da biz kârilerin sıırı ;))