21 Ağustos 2012 Salı

Düşünce Düşlenir-Dücane Cündioğlu


 Dücane Cündioğlu sayesinde, okadar düşündük ki düşündükçe düşlendik ve ancak kitap hakkında kelam edebilecek kıvama geldik. Şakası bir yana yazar, kitabın ismiyle ilgili aynen bu yorumu yapıyor:

<Düşünce,düşülünce,yani kişi düşünmenin yurdundan ayrılıp sözcüklerin içine düşünce,faide ve istifade için ifadenin aracılığına başvurmak zaruretini hissedince,bir bakıma yola düşünce,yola çıkınca,kendi öz makamından daha aşağılara düşünce düşlenir.>
İnsanda tekrardan okuma hissi doğuyor öyle değil mi? ;)
Kitabı okurken banada bir kaç sahifeye dair aynı hissiyat oluştu. Döndüm tekrar okudum.
Dücane Cündioğlu'nun tarzı bu.
Zaten uzmanlığı ilm-i belagat ve ilm-i mantık yani dilbilimci ve felsefeci.
Benim gibi ortaokulu Sofie ve Nietzsche okuyarak geçirdiyseniz size hiç uzak bir yazar değil demektir.(Bu tabiki de aynı kategoride yazar demek de değildir.)
Severmisiniz bilmem ama eğer felsefeden ziyade düşünmeye az da olsa meyliniz var ise kitap size ilaç gibi gelebilir.
Kitabımız bir deneme kitabı.
Konu seçimleride çok başarılı.
Bir nefeste bitecek ve hazmı sürecek cinsten.
Deneme okurlarına ve düşünme sevdalılarına şiddetle tavsiye ederek,sahifelerinden altı çizili paragraflar alıntılamaya başlayayım o halde.(Bu sefer hepsini aktaracağımdan biraz uzun bir yazı olacağını belirtmeliyim.)

-Muhafazakar anlayışına aynen katılıyorum yazarın.Şuan çok revaçta mağlumunuz muhafazakarlık.
Sıkıntı ,muhafazakar olan gençlik henüz neyi muhafaza ettiğinin bilincinde değil.

<İnsanlar genellikle alışkanlıklarıyla düşünürler. Genel ve yaygın olana eğilim duymalarındandır bu. Güvenli olan, biraz da genel ve yaygın olandır sanılır. Bu nedenle yaygın olan, yayılmış olan, yayıla yayıla genelleşmiş olan, aynı zamanda güven verici olandır. Muhafazakârlığın en temel karakteristiği biraz da yaygın olandan, yerleşmiş olandan, güvenli olandan, her daim olagelenden yana seçimde bulunmakla neredeyse eştir. Kısacası 'muhafazakârlık' doğru ve gerçek olanı korumanın adı değil, bilâkis genel ve yaygın olanı korumanın adıdır: bir tür garanticilik... riske girmeme... hep aynı yerden, aynı noktadan dünyayı seyretme... hareket etmeden seyretme... pozisyon değiştirmeme... olanı sırf olduğu için ve bir kez daha olabileceği için onaylama... onay sayısının artmasının sağladığı hız ve hazla sırtını olup bitene dayama... evet, bir tür herkesleşme...>


-Sözün değeri adına..
< Sözü büyük kılan, sözün büyüğün sözü olmasıdır. Söz büyük ve fakat sözü söyleyen küçük olunca, küçük büyümüş olmaz. Hak söz Hakk'ın sözüdür de ondan olmaz! Hak sözü hak kılan sözün kendisi değil, sözün hakikatidir; sözün menbaıdır. Sözün sâdık olup olmaması, sâdıkın sözü olup olmamasına bağlıdır. Sözü aktaran sâdık olmalı ki sözün kendisi de sıdkiyetle nitelenebilsin!>
'Sen söze bak derler' ya hani sözü söyleyene isnadınız yoksa ,sözü nasıl sened sayılır?
Ve sonra ekliyor yazar(şahane);
<Parlak sözler aktarmayı sevenler Yuhanna İncili'nin ilk ayetini (Önce söz vardı) telaffuz etmeyi marifet addediyorlar ve fakat sözün devamını getirmiyorlar. Evet önce söz vardı, peki sonrası?!? Sonrası şu: "Önce söz vardı, söz Tanrı'daydı, söz Tanrı'ydı."(Devamını aktarmak kolay ve fakat açıklamak ne kadar da zor değil mi?) >
Evet sustuğumuz nokta burası. Tefekküre dalış noktası arz ediyor...



-Susuvermek ve oluvermek arasındaki bağlantının muazzam aktarımı;
<Huzurda olmadan huzur bulunmuyor.Hızır gibi hazır olmalı,hazır olmalı ki huzurda olmalı,huzuru bulmalı. Susuvermedikçe ne hızır ne de huzur gelir. O halde susuvermeli;susuvermeli ki hızırın huzurunda hazır oluvermeli.
Son söz: Susmayı vermeyenler,olmayı hiç veremezler!>


-Konularımızdan bir taneside İmam Gazalinin el-Mustasfasından; lafızdan manaya mı yoksa manadan mı lafıza gidilir oluyor. Yine tahmininiz üzere bir beyin fırtınası.(o yazıya ulaşmak isteyenler araştırabilir)



-'Kendine biraz vakit ayır' sözünün öz içeriği ile halk arasındaki kullanımı arasında fark olduğunu düşünüyorum.Avam bu cümleyi dinlenmek,keyfiyet anlamında kullanırken üstadlar;özüne in ,kendinle aranda ilgi kur,perdelerini kaldırmakla uğraş anlamında kullanıyor. Dücane Cündioğlu da kendiyle başbaşa kalmayı sevenlerden, şöyle diyor;
<Şayet etrafımda olan herşeyin sınırı benim sınırlarımın bittiği yerde başlıyorsa, başka bir deyişle, mâ-sivanın sınırları ancak benim sınırlarıma kadar gelebiliyorsa, nasıl olur da böylesi bir etraf benim bizzat kendimle arama girebilir; benim kendime dokunmama, kendimle konuşmama, kendimi özleyip kendimle halleşmeme nasıl engel teşkil edebilir? 
''Kaybettim Yusuf'u Kenan ilinde
Yusuf bulundu vü Kenan bulunmaz''
 Herkes'in bir Yusuf'u vardır; cemaline özlem duyduğu bir Yusuf'u... Kişi eğer direnmeyi bilmezse, Yusuf'unu korumak hususunda titizlenmezse, Yusuf'una özen göstermezse, ister istemez Yusuf'unu şehrin kalabalıkları (galebe-likleri) arasında kaybeder; ondan onu bir daha bulamayacağı kadar uzaklaşır.
Etrafsız yaşamak, bir çevrenin bulunmadığı bir alanda ikamet etmek, "tek başına kalmak" demektir ki bu asla mümkün değildir. Lâkin bütün etrafa rağmen, çevremizi kuşatan sınırların rağmına yalnız yaşamak, yalnız kalmak pekâlâ mümkündür.>


- Son olarak hesap etmenin düşünmek demek olmadığını,bizim doğru hesap edip yanlış düşündüğümüzü gösteriyor yazar ;
< Bizler bir zamanlar muhtevaya önem atfeden bir millet idik... Nicelik bakımından zararımıza olsa da, kâr etmesek de niteliği nazar-ı itibara alırdık... Galibiyet ve mağlubiyet mefhumlarını sayılabilir ve ölçülebilir sonuçlar olarak görmezdik ve varlığı incitmekten çekinirdik. Terazilerimizi tartarken biraz çok vermekten kaçınmaz, belki nicelik bakımından zarar ettiğimizi bilir ama erdemli davrandığımız için, kemmiyeti değil, keyfiyeti önemsediğimiz için bu zarara üzülmez, bilakis sevinirdik. Ekseriya bizim için galibiyetin mağlubiyet anlamı kazanıvermesi de bu yüzdendi. Yenilirken yendiğimizi bilirdik.

....Amerikalılar düşünen değil, hesaplayan adamlardır, bu yüzden pratik ve pragmatik hareket ederler. Yaptıkları kâr ve zarar hesabıdır. Ne alıp verdiklerini hesap ederler; alıp verdiklerinin sayı ve miktarını dikkate alırlar. Kârlıysa teşebbüs ederler, zararlıysa kaçınırlar. Verdikleri az, aldıkları çok olmalıdır! Kâr verilenin az, alınanın çok olması halinde gerçekleşir. (Az da çok da birer niceliktir.) 
Birbuçuk asırdır Batı eğitimi alıyoruz, son 20-30 yılı yaygın Amerikan eğitimi... Artık zeki gençlerimiz var, işini bilen bürokratlarımız, hesabını iyi yapan devlet adamlarımız....
Düşündüklerinde zarar ettiklerini, hesapladıklarında ise kâra geçtiklerini sanıyorlar!
Düşünme ahlakı var ama hesap ahlakı yok! Oysa hesabın üstünde düşünce, düşüncenin üstünde ahlak, ahlakın üstünde hikmet olmalıydı. Olsaydı eğer, seve seve zarar etmeyi göze alırlardı. Ne yalan söyleyeyim, İslamcı aydınlar baştan beri doğru hesap ettiler ama hep yanlış düşündüler.
Siz siz olun, dua ve zikirlerinizin sayı ve miktarını önemsemeyin; dua hesaba gelmez çünkü!>

Kitabın tamamını yazmadığıma emin olabilirsiniz!
İyi okumalar diliyorum...