29 Aralık 2012 Cumartesi

Benim Üniversitelerim- Gorki






Maksim Gorki…

Rus edebiyatının Tolstoy’dan sonra bana en samimi gelen yazarı...
Asıl adı Maksimoviç Peşkov. Gorki; lakabı. Manası ise ; acınası, zavallı…
Çok trajik bir hikayesi var bildiğiniz üzere Gorki’nin  muhterem kârilerim… babası öldükten sonra dedesinin yanında bir sığıntı gibi yaşamaya başlıyor ve 10 yaşında ekmeğini kazanmak zorunda kalıyor. Bu da onu müthiş bir gözlemci yapıyor genç yaşında. Okuduğu her şey ona Hristiyanlık ve yardımseverlik fikirleriyle şefkat ve merhamet aşılarken, real dünyada olup bitenler, hiç de şefkat ve merhamet içermez Gorki'ye göre. Ne haklı…
Bu sebeple çok küçük yaşlarından itibaren kendisine kitaplarla bir dünya örmüş. Benim Üniversitelerim'in de bir çok noktasında okuduğu kitapların etkisini görebiliyoruz Maksim Gorki'de.

Benim Üniversitelerim kitabı; yazarın hayatına girmiş, çıkmış, iz bırakmış insanları anlatan, bir roman tadında akan otobiyografi diyebiliriz. Kitabın ismi oldukça manidar bu ismi koymasındaki neden ; tanıdığı her insanı kendine yeni şeyler öğreten bir üniversite olarak görmesinden kaynaklı…

Ne yazık ki beğendiğim bir kitap olduğunu söyleyemeyeceğim. Bu fakire oldukça yavan geldi üstelik. Kitabı alırken acaba hangi üniversite değerindeki insanları anlatmıştır, tanıtmıştır umuduyla almıştım. Fakat hiç de umduğum gibi çıkmadı…
Bundan mütevellit nacizane altı çizili satırlarımı nakledip, okuma veyahut okumama kararını sizlere bırakıyorum muhterem kârilerim…

Öyle kötü ortamlar görmüş ki küçük yaşında yazar, bunu şöyle dile getiriyor :
*…insanı insan yapan, onun kendini kuşatan çevreye karşı gösterdiği dirençti.
Bu söze inanmak için çok kötü ortamlar görmeye gerek olmadığını düşünüyorum keza sokağa çıkan her vatandaş için geçerli bu durum.  Evvel zamanda şöyle bir cümle kurduğumu hatırlarım; ‘’ Bu çağda inat eden kazancak, insan olmayı başaracak.’’ Zira yine aynı kanaatteyim. İnsan olmakta bir nevi direnç ve inat meselesi…

*Bir insanın eleştiri hakkına sahip olabilmesi için herhangi bir gerçeğe inanmış olması gereklidir! Siz neye inanıyorsunuz? Muazzam bir söz…

Rus devrimine karşı çok hoş bir söylem geliştirmiş Gorki şöyle diyor;
*Ya gerçekten milyonlarca Rus halkı, ruhunun derinliğinde sadece işten kurtulmak ümidini beslediği için devrimin ağır sıkıntılarına dayanıyorsa ne olacaktı? Az çalışıp çok kazanmak! Bu durum, bir türlü gerçekleşemeyen şeyler ve bütün hayaller gibi çok aldatıcı, çok çekiciydi…

Buyrun bir Rus edebiyatçısından tasavvufun kalbine gönderme;
*İnsan her yerde insandır. İnsan, yaşam karşısındaki duruşunu değiştirmeye boşuna uğraşmamalıdır. Belki ruhu, insanlara sevgi besleme yöntemiyle eğitmeye çalışmak gerekir. İnsan ne kadar aşağılarda bulunursa,gerçek hayata,onun kutsal sırrına o kadar yakın olur.
Hayatın anlamı, insanın hayvandan gittikçe uzaklaşmasıdır.

Düşündürücü olduğunu düşündüğüm son bir cümleyi paylaşırken haddi aşanlardan olmaktan Allah’a sığınırım :
 *Hz. İsa’ya Tanrı’ın oğlu diyorlar…oğlu olsa ne yazar, Tanrı daha ölmedi ki…

18 Kasım 2012 Pazar

Dava- Franz Kafka




Franz Kafka…

Herkesin okumasa dahi en azından duyduğu bir isim kendisi…Yahudi bir ailenin Pragda doğan evladı…Almanca konuştuğu için Çek’lerden tepki gören,ailesinde babası tarafından sürekli tenkit edilen,beğenilmeyen bir evlat O. Bu şekilde,baskılama ile yetişen çocuklarda görülen psikolojik sendromların hemen hemen hepsi,Kafka ve eserlerinde görülmekte muhterem kârilerim…Bu yüzden Kafka’nın eserlerinde hep bir ağır psikoloji var mağlumunuz.Ve mesajlar,hep o psikoloji arkasında saklı.Genel olarak da maalesef kitapları negatif enerji yüklü...
  
Kafka’nın en ünlü eserlerinden olan Değişim’de; vermek istediği mesajı yakalayıp,sevebilirken bu sefer Dava kitabında; ne psikolojiyi ne de teolojiyi yakalayabildim.

Romanımızın adı,anladığınız üzere Dava…

Athema yayınlarından okudum kitabı.Ancak hiç memnun kalmadım. O kadar yazım yanlışı vardı ki bir çok defa okuyucunun konsantrasyonunu bozacak denliydi. Eğer bir gün okursanız kesinlikle başka bir yayınevinden okumanızı naçizane önerebilirim.

Kitabı bitirdikten sonra bir süre bekledim anlamam gereken düşer mi nasibime diye,ancak sanıyorum nasipsizim Dava kitabı üzerine …altı çizili bir satırım dahi yok.

Bir roman Dava.
Alışık olmadığımız bir mahkemede görülen,suçun dahi ne olduğu öğrenilemeden;suçluluğun kabul edilmesi gerektiği bir dava,hakim karşısına çıkamadığınız,aracılarla sürüncemede tutmaya çalıştığınız…

Teolojik yada psikolojik kısmını yakalayamazsanız;hiç bir şey anlayamadığınız bir kitap haline geliyor bu sebeple…

Teolojik açıdan bakışı yakalamıştım ki kısa sürede vazgeçtim. Çünkü yakaladığınız noktadan devam ederseniz Allah(c.c)’ın gücüne gidebilecek bir sona varıyorsunuz.
Volkan Keser şöyle açıklıyor:
Kafka,kendi yetersizliği ve suçu ile beşeriyetin içinde bulunduğu şartlar arasında bir benzerlik gördü. Hikaye de gerçekte,insanların ebediyen gizli kalan Allah’ın elinde huzura kavuşmak için giriştikleri teşebbüsten başka bir şey değildir.(ki burada ayrılıyorum,çünkü biz Allah için giriştiğimiz teşebbüslerin ebediyen gizli kaldığına iman etmeyiz. Ve biz Rabbimizin huzuruna dilediğimizde çıkarız. Masumiyetimizi ispatlamaya çalışmayız zira onun adaletine,adaletinden de öte merhametine güveniriz.) Ve Aziz Paul’un dediği gibi,hiçbir insanın haklı olduğu söylenemez,çünkü hiçbir insan Allah’ın mertebesine erişememiştir. Kanun ,insanların erişemeyecekleri kadar uzak bir mahkemenin iradesini belirtir. Bu mahkemenin en yüksek hakimleri hiçbir zaman görülmezler.(islamda tasavvufun varlığı bu hakimleri görmek,ulaşmak onlarla birliktede Allah’ın huzuruna varmak içindir.Tasavvufun varlığıda bu görüşü çürütmeye yeter zan ediyorum.)…

Volkan Keser’in önsözü devam ediyor ancak devamında;sapkınlık derecesi oldukça artıyor teolojik yorumun.
Yine Volkan Keser’in önsözünde diğer bir açı psikolojik yorum var ki; inanın anlatılan o hikayeden ,o psikolojik edinimleri anlamam çok zordu. Ki anlamadım da…


O sebeple lafugüzaf ile sözü dolandırmak istemem. Bu fakir Dava kitabının hiçbir bakış açısını ne sevebildi ne de bakabildi muhterem kâriler… bu sebeple de size;’’naçizane tavsiye edebileceğim bir kitaptır ‘’diyemeyeceğim.

Başka bir dünya klasiğine diyelim…

Selam ve muhabbetlerimle...





23 Ekim 2012 Salı

Nar Ağacı- Nazan Bekiroğlu




Simdi yuregimi isitacak bir cift kelamdi lazim olan,Nazan Bekiroğlundan...
Fakat kitabini bitireli cok oldu... Kitabi tanitan yazimi ise beklettikce bekliyorum. Gunlerdir Settarhan dede ile Azam'ın durumunu düşünüyorum. Settarhan dede Zehra nineyle evlendi fakat ya O'ndaki Azam... 
Ya Zehra nine,Celil Hikmet beye asik olmamış mıydı?...

Bunlarda kim mi diyorsunuz? 
Nazan Bekiroglu'nun son romani Nar Agaci'nin kahramanlari.

Maglum O;kaleminin mürekkebi ask olan yazar...
Yine ask akmis hocamin kaleminden. 
O yazarken bu fakir hayat buluyor adeta... İçimdeki seyyah ise gezilerine hep ortak.

Nar Ağaci seyehâtname tadinda yazilmis bir roman. Tebriz, Yezd, Trabzon, Bakü,Tiflis,Batum,Taht-ı Süleyman derken Birinci Balkan Harbi'nde buluyorsunuz kendinizi...
Balkan harbinin bas kahramanlarindan Rusya... Her millet Rusya’ya karşı diş biliyor;Cerkesler, Acemler,Azeriler,Türkler...Her birinin derdi o ara sadece kendine, herkes kendi canının derdinde…
Batının kargaşası doğuyu da vuruyor,içeriden vuruşlarla hemde.Aralarında ise Rusya’yı en fazla tanıyan,ceremesini ise çook önceden çekmeye başlayan millet;biz Çerkesler. Balkan harbi öncesine denk geliyor bizim vatanımızdan sürülüşümüz. O zamanlar Rusya henüz bölünmemiş, Osmanlının son demleri,en acı günleri…
Hasılı harp günlerinin doğru tarih ile anlatılışıyla birlikte kültürler arasında geziniyorsunuz.(Bu kültürlerden birinin, ucundan sizin kültürünüze değişi ne hoş imiş.)
O harp günlerinin en büyük acılarının yaşandığı muhacirliğe gelince ise düğümleniyorsunuz. Nasıl dügümlenmezsiniz ki, fıtrat olarak yaradılışımız muhacirlik üzerine kurulu. Hangimiz anavatanından ayrılmadı? Vatan denilen toprak parçasi degil ki! Biz daha bezm-i ezelde ayrılmadık mı anavatanımızdan,ruhumuzun vatanından.Ayrılıklara zaten alışkın değilmiyiz galu beladan.
Bir ayrılık yetmezmiş gibi bir defa daha…bu sefer gözünün gördüğü, elinin değdiği,gönlünün kaydığı her şeyi terkedip çıkıyorsun muhacirliğe...Heyhat! Allah'ım nasıl günlerdi o günler.
Kıtlık... İnsanlar açlıktan kırılıyor. Kıtlık yetmezmiş gibi bir de kolera kırmaya devam ediyor. Yollarda başlarına gelmeyen kalmayan;yaşlıca hanımlar,evlatlar,torunlar...Bitmeyen yollar...

Bu fakir bilmedi hic muhacirligi ,yalniz anneannesinden de az dinlemedi...Muhacirlik hatırası biliriz ancak.Balık kültürünü bilmeyiz ailece hatıra olarak.( Kafkasyadan sürülürken,karadeniz üzerinden Osmanlı’ya gelen Çerkesler,karadenizin hırçınlığında çok zaiyat vermişler bundandir anneannem bir gün balık koymamış ağzına." Onlar(balıklar) benim kardeşlerimi yedi"düşüncesinden.)Bir nevi milletine karşı vefasıdır bu nazarımda, alzhheimer olmak uğruna...Muhacirlikten kalan vefa mirası olarakta aktarılmış nesillere.
Vatanından kopmanın ne demek olduğunu bu fakir gibi nenesinden-dedesinden öğrenen ve bunu hissedebilen bir yazar Nazan Bekiroglu. Sadece hissetmeyip hissettirebilen ayrica. 

Öyle ilmek ilmek örüyör ki romanini da. İste bu yağmurlu ve soğuk günde aranan,içinizi ısıtacak bir kalem haline geliyor. 

Kitapta bir cümle var ki görünce ‘etmeyin hocam’ diyorum. Hafız-ı Şirazi’nin Divan’ından en sevdiğim o cümle :
Dedi: Hafız bu da geçer.
Şaşırmıyorum.(Çünkü en sevdiğim kitapların en sevdiğim satırlarını seçer genelde hocam.)
Lakin bir cümle var ki; çocukluğumda ilk ve tek babamdan duyduğum babamın kendince ünlü olan cümlesi: ‘Sen ölmeyi bayılmak mı zannettin?’diyor hocam
Bu sefer hayretimden ancak 'Eyvallah' diyebiliyorum.

Nar Ağacı’ndan çok sayıda altı çizili cümle aktaramayacağım muhterem kârilerim. Bu kesinlikle altı çizilecek satır içermediği anlamına gelmiyor keza. Zira bu kitabın vuruculuğu cümlelerle değil daha ziyade kurgu ile ve dimağda bıraktığı tad ile sağlanıyor denilebilir bu fakir adına…

Yanılmıyorsam Settarhan dedenin duasıydı dua defterime not ettiğim :‘Bilirim ki kader yazılmış,defteri dürülmüş kaldırılmış,mürekkebi de kurumuştur. Ama her an yaratma halinde olan da Sensin. Öyleyse Sen yazılmış kaderleri bile geri çevirirsin. Benim kaderim işte az önce geldi,karşıma dikildi. Çevirme benim kaderimi geri. Onu bana çok görme.’
Allah onu sana çok görmedi Settarhan dede,bunun böyle olduğunu sende biliyorsun değil mi?
Hani Piruz’un babası demişti ya : Bu dünyada çaresiz dert yoktur oğlum  yeter ki karşılığında feda edebileceklerin olsun.’ diye onlar dertlerine feda ettiler seni.Ama,ne dert!: Aşk…Sana,bana hepimizin feda oluşuna değer be Settarhan dede… Aşk olsun O’na feda olsun…
Hem ki sen duymaz mısın Hafız’ın: Hafız kederlenme. Ulu Tanrı bir kapıyı açmadıkça bir kapıyı kapamaz.’ deyişini.
Ve biz Aşk’a meftun olurken öğrenmedik mi ki ;
Bu kadar sert sınanmak için ortada çok büyük bir aşkın olması gerekti; Allah’ın kuluna aşkı. Ne kadar çok sevildiğini mi bilmek istiyordu? Ve ki bunca sert bir sınavı da ancak kulun Allah’a duyduğu aşk katlanılır kılabilirdi.’
Bu yüzden başımıza ne gelirse Aşk’tan deyip Hu çeker de acının Rabbine hamd etmezmiyiz…
Ne güzeldir Hu'nun makamı...

Velhasıl-ı kelam;Nar Ağacı nacizane tavsiye edile a dostlar.


7 Ekim 2012 Pazar

Aşka Dair- İskender Pala








İskender pala hocamın son kitabı Aşka Dair…

Aldığım duyumlara göre bir roman yazmakta idi konusu ise emin olmamakla birlikte bir Osmanlı paşasıydı(ismini hatırlayamıyorum). Ben o romanı bekleyedururken Aşka Dair çıktı. İsmini görünce aklıma direk Kitab-ı Aşk geldi hatta ne yalan söyleyeyim umarım benzer bir kitap olmamıştır diye düşündüm. Düşüncem de haklı çıktım mı? Kısmen evet… Yine bir deneme kitabı ‘aşk’üzerine..
Kitab-ı Aşk kadar etkileyici ve güzel olmasa da ...

Aşka Dair de yazar daha ziyade tasavvuf da ki aşk boyutuna deyinmiş. Bunu yaparken de  Fuzuli’nin ve Bizim Yunus’un beyitlerinden istifade etmiş.Deneme tarzında yazılmış. Kitabın genelinde beyitlerin, günümüz Türkçesindeki manalarının anlatımı mevcut diyebiliriz. Beyit seçiminde hocamın Yunus Emre’ye olan hayranlığı bir kez daha görülmekte,ancak Yunus Emre ile ilgili ne kadar şey yazılırsa yazılsın,hocam OD ile bence noktayı koydu.. Üzerine Yunus Emre ile ilgili kim(kendisi dahil)daha ne yazabilir diye düşünmekteyim.

Kitap Kapı Yayınlarından çıkmış her zaman ki gibi.Kapı Yayınlarının fiyat prosedürlerini oldum olası merak etmişliğim var, hep bir daha pahalı gelir bana. Fakat son zamanlarda okuduğum tashihi en iyi yapılmış kitaptı. Bu İskender hocamdan mı kaynaklıdır yayınevinden mi bilemiyorum ancak sanıyorum titiz çalışma durumları bize fiyat olarak yansıyor :)

Velhasıl-ı kelam bu fakir İskender Pala klasörüne bir kitabını daha ekledi.Ancak size ille de sizin kütüphanenizdede bulunsun diyebileceğim bir kitap değil Aşka Dair.Eğer aşk ile haşır neşirliğiniz daha öncesinden varsa ve aşk üzerine kitaplar okuduysanız tabi. Yok aşk üzerine ve gerçek aşk üzerine daha öncesinde hiçbir tefekkürünüz bulunmadıysa ozaman tabiki edinilebilir bir kitap.

Birkaç kıssa var ki paylaşmak isterim ey muhterem kâriler…

Leyla’nın Mecnun’u
Mecnun bir fırsatını buldu, Leyla ile baş başa kaldı. Leyla da ondan bir dilekte bulundu.
''Ey aşık! Neyin varsa getir!..’’
''Aay yüzlü!.. Senin aşkınla ne suyum kaldı,ne kuyum. Ne ciğerimde azıcık kan,ne geceleri gözümde uyku.aşkın aklımı yağmaladıktan sonra her şeyim birer birer gitti. Şimdi sahip olduğum tek şey yaralı bir kuş olan canım. Senden bir emir bekliyorum. Ver dersen hemencecik vereyim.
Leyla güldü bu sohbete. Sonra sitem etti.
''A yiğit!.. Ben senden bunu ne vakit istersem alırım,başka neyin var?!.’’
Bu söz üzerine Mecnun,partal giysilerinin eprimiş yakasından çıkardığı bir iğneyi Leyla’ya sundu:
''Vallahi, varlık aleminde malik olduğum tek şey işte bu. Bundan başka hiçbir nesneye sahip değilim. Bunu taşımamın sebebi ise yine sensin a gönlümü alan!.. Çölde,ovada,dağda,kırda senin hayalini izlerken çok düşüyorum;dikenler ayağıma batıyor. İşte bu iğne onları ayaımdan çıkarmak için.’’
Mecnun ,Leyla’nın kendisine acımasını beklerken Leyla sitem etti:
''İşte ben tam da onu arıyordum. Aşkta gerçek isen bu iğne sana nasıl layık oluyor,a perişan âşık!.. Bencileyin bir güzelin peşindeyken ayağına diken batsa o dikeni çıkarmak doğru olur mu? Eğer o dikeni çıkarırsan,seninkine vefa derler mi?!.. Sevgili yolunda ayağına diken batan aşık,onu elbisesine takılmış bir gül görmeli değil midir? Gül fidanı,bir gül elde etmek için bir yıl dikenlere sabrediyor da sen gül fidanından da aşağı mısın yoksa? Leyla’nın aşkıyla ayağına batan diken,onun başkalarına armağan edeceği yüzlerce gül demetinden daha değerli değil midir?’’

Heyhat! Ne denir ki…
Sanıyorum bu zamanı düşünüp Ahmet Kaya dan ‘ ne sen Leyla’sın ne de ben Mecnun…’ en denilesi şey gibi duruyor…


Yine Mecnun’un bir duası dokundu bu garip yüreğe:
Aşk her âşıkın kalbinde eskiyor; Leyla’ya olan aşkım ise ben yaşadıkça tazelenmekte…
Rabbim! Artık beni ona sevdir,veya bana onunla şifa ver. Yoksa kalbimin çektiği çileden artık dinlendirileyim Rabbim!

Rabbi kabul etti Mecnu’nun duasını;hem Leyla da karşılık buldu aşkı hemde kalbinin çilesi öyle bir dinlendirildi ki sonrasında Leyla’yı bile tanımadı…
Allah tüm gerçek âşıkların duasını kabul etsin. Amin.


Allah’a karşı vefakar olmanın hallerini şöyle anlatmış yazar:
Avam için vefanın adı ‘ibadet’tir. Aydınlar için vefadan kasıt ‘ubudiyet’tir.(hakiki kulluk,aşırı bağlılık). Havas için ise vefanın adı ‘ubûdet’(sevgili için kendinden vazgeçmek)olmuştur. Bu kelimelerin hepsi abd(kul) kelimesinden türemiştir. Bu da bize hangi derecede olursa,olsun kulluğun (âşıklık)vefadan ibaret olduğunu anlatır.

Niyazi-i Mısri den müstesna bir beyit öğrendim dilimden eksik değil…
Âşina-yı aşk olandan ah u zar eksik değil
Keşti-i bahre demâdem rüzigar eksik değil


Söz ola…
Yunus,

Keleci bilen kişinin,yüzünü ağ ede bir söz
Sözü pişirip diyenin,işini sağ ede bir söz

diyor. Atalar da demişler ki ,'kişi sözünden bilinir ve güzel söz yüz ağartır.'
Onlara göre sırf söylemiş olmak için söz söylemek hamakattan sayılırmış. İşte çağımızın salgın hastalıklarından biri bu söz hamakatıdır. Oysa ki ''söz ola kese savaşı,söz ola bitire başı’’dır. Meşhur hikayedir;sultanın biri düşünde dişlerinin döküldüğünü görmüş. Önden arkaya doğru ağzında hiç diş kalmamış. Dehşetle uyanmış ve derhal ülkesinin en iyi rüya yorumcusunu huzuruna getirtmiş. Adam rüyayı dinledikten sonra telaşlanıp’’ eyvah hünkarım,eyvah!..’’demiş,''gördüğünüz rüya bir felaketi gösteriyor. Çocuklarınızın her bireri ölecek!..Allah size sabır versin!..’’ hükümdar duyduklarından sonra çok üzülmüş. Bu yoruma göre evlat acısına dayanmak bir yana ülkesi de başsız kalacakmış. Öfkesi başından aşmış ve bu üzüntülü haberi kendisine veren adama gazap edip attırmış zindana. Çeksin cezasını!..
Günler geçtikçe padişahın içine bir umut düşmüş. Nihayet bu bir rüyadır ve belki başka türlü yorumu da vardır. Bu sefer başka bir yorumcu çağırtmış. Bu gelende rüyayı sonuna kadar dinlemiş. O da önce üzülmüş ama sonra şöyle anlatmış:
''hünkarım rüyanız mübarek olsun. Allah size öyle uzun bir ömür bağışlamış ki,evlatlarınızın hepsinden uzun yaşayacak,onların mutluluklarına şahit olacaksınız.’’
Padişah duyduklarından dolayı gayet mutlu,tabirciye de ihsanlarda bulunmuş.
İşte buyurun ağulu aşı bal eden bir söz. Şüphesiz ilk yorumcunun sözleri doğrudur,lakin hem incelikten yoksun,hem de mahalle ve devrana uygun değildir. Eskilerin ‘küllü makamun makal’( her makamın uygun bir sözü ve üslubu vardır) buyurmalarındaki hikmet burada kendini gösterir. Çünkü ''kişi bile söz demini,demeye sözün kemini’’dir. Eğer sözün demi(zamanlaması) bilinmezse ne kadar güzel söylense söz kem(kötü) sonuç doğurur. Buna mukabil yerinde ve uygun söylenen söz cehennemi cennet gösterebilir,hatta belki orayı cennete çevirir. Sözü üsluba uygun ve sanatlı söylemek bu bakımdan önemlidir. Sözün inceliklerini bildikten sonra her söz savaş kestirir,her söz baş bitirip can katar. Acıların tesellisi de, zehrin şekere dönmesi de bu sayede mümkündür.

Sözlerinden öz,kelimelerinden kelâm akan insanlardan eyle bizi...
 

Neden ‘bufakir’ dersin kendine diyen dostlara bu fakirden  değil de İskender Pala hocamdan geliyor el-cevap,buyur edin o halde:
‘el-Fakru fahri (fakrım fahrimdir;fakirliğimden övünç duyarım) buyurması efendiler Efendisi’nin ne mana taşır?
Fakr kelimesine sözlüklerde her ne kadar ‘’yoksulluk’’ karşılığı veriliyorsa da tasavvufun bu yoksulluktan anladığı asla miskinlik demek olmamıştır. ''Fakr’’ fakir olmayı değil müstağni bulunmayı tanımlar. Çünkü herkes gibi Müslüman’ın da Allah’ın yarattığı,ihsan ettiği nimetleri meşru surette kazanıp tatmaya hakkı vardır. Bu hakkı kullandığı vakitte onları kendisine ihsan eden Müteal’e şükrederken aslında bütün bu nimetlerin fani olduğunu bilir ve onlara bağlanıp kalmaz. En büyük nimetler ve servetler karşısında bile kimliğini,insanlığını kaybetmez,bilakis insanlık şeref ve haysiyetini o nimetlerin üstünde tutar. Dünyalık nimetler için insani ve ahlaki özelliklerden kıl kadar sapmaz;yokluğa düşse bile aynı ruh yüksekliğini muhafaza eder.Bu onun için yeterli fakr hali ve dervişlik yoludur. Dervişin yoksulluğu maddi imkansızlık değil,bilakis bütün imkanlara sahipken yoksul gibi yaşamasıdır. Yani her nimet elinizin altında iken o nimete erişemeyenleri de hatırlamak,böylece gerçek malik sahibinin Allah olduğunu idrak etmek… O halde fakr, insanın kendisini daima Allah’a muhtaç bilmesi halidir. Böyle bilirse varlıklı olmak ile yoksul olmak arasında fark gözetmez,varlıklı iken de yoksulun halinden anlar,bilir yoksul gibi yaşar. O yoksul gibi yaşayınca da iç dünyası zenginleşir,derinlik kazanır,olgunlaşır ve kemale erer.
İşte bu yüzden;ene’mden sıyrılmak adına ‘bu fakir’ diye nitelendiriyorum kendimi ve her seferinde gerçek bir fakr sahibi olabilmeyi diliyorum …

Son söz olarak Muhiddin Arabi'den diyeyim ki size:
Muhabbetin nihayeti aşktır…

Muhabbetle...