20 Kasım 2013 Çarşamba

Beş Şehir - Ahmed Hamdi Tanpınar


Ahmet Hamdi Tanpınar sever misiniz?
Eğer ki onun diline biraz aşinalığınız varsa sevmeden edemezsiniz.
'Onun dilinden' kastım ne ola ki?
Kimilerine göre eski zaman türkçesi olan, kimilerine göre ağır edebi nitelikte olan bir üslup Ahmet Hamdi'nin kalemi.
Fakat okurken ''edebiyat böylesi yapılıyor zaar'' diye iç geçiriyorum. Bitmeyen upuzun cümlelerinin karşısında kovalamacalı bir oyun gibi geliyor bana Ahmet Hamdi okumak.
Edebiyata ebediyat diyesim gelir hep kendi kendime, hep de öyle derim zaten :) Beş Şehir'i okurken de kimi zamanlar dimağımda kalan lezzete bakıp 'işte ebediyat' diyorum. Sonra yazarın o edebiyat parçaladığı uzun cümlelerinin  ebede ulaşabilmesini tahayyül ediyorum. Sahi olabilir mi böyle bir şey?

En kısa cümlelerinden, altını çizdiklerimden olan iki cümlecik nakletmek isterim:
''Araya zaman dediğimiz büyük yapıcı girmişti. İnsan ömrü, unutmanın şerbetine yiyecek kadar muhtaç.''

Bir yayınevinin türkçe öğretmenini işe alırken yapmış olduğu mülakata şahit olmuştum. Orada işveren, hoca hanıma Beş Şehir'i okudunuz mu diye sordu. Hoca hanımda evet diyerek kitap hakkında methiyelere başladı. Ahmet Hamdi'nin Saatler'inden sonra okumam gereken nadide bir edebi klasik olduğunu o vakit anladım. 

Beş Şehir adından da anlaşılacağı gibi 5 tane şehrimizi anlatıyor. Ankara ile başlıyor Konya, Bursa, Erzurum ile devam ederek İstanbul'a varıyorsunuz. İçinizde sizinde bu fakir gibi bir seyyah yaşıyorsa sanki okumuyor yazar ile birlikte seyahat ediyorsunuz. Sizin bildiğiniz, gittiğiniz beş şehirlerden bile olsa bu saydığımız şehirler sizin bildiğiniz beş şehir niteliği taşımıyor. Keza yazar Milli Mücadele yıllarındaki hallerine değinerek beş şehirde, cumhuriyetin ilk yıllarını anlatıyor. Haliyle bildiğiniz şehirler bilmediğiniz şehirler haline geliyor. 

Her şehrin Selçuklu zamanına varan tarihine dokunuyor. Osmanlı'nın katkılarını gözleyerek Cumhuriyette seyehat ediyor. Yani 3 devirde beş şehir gösteriyor kârilere...

Yazarın ön sözünde muhteşem nükteler var. (görmeniz dileğiyle)
Güzel önsözünden sonra Ankara ile başlıyoruz...

Ankara'yı sevilesi kılan nadir şeylerden en büyüğüdür; Hacı Bayram-ı Veli hazretlerilerinin orada bulunması. Gitmek henüz nasip olmasa da yazarın anlattığına göre zamanında; İmparator Augustus'un şerefine toprağa dikilmiş mermer bir kaside olan Roma mabedinin kalıntılarının yanı başındaymış Hacı Bayram-ı Veli Camii. Zıtlar mecmualası diye tarif ediyor üstad. Ankara'ya gittiğimde hususi dikkat edeceğim; bu durumun hala daha var olup olmadığı olacak.

Ankara'nın bir müddet Alaaddin Keykubad'ın şehri olduğunu sonra İzzeddin Keykavus'a nasıl geçtiğini ayrıntılı tarihiyle anlatıyor yazar.
Kitaptaki Selçuklu tarihinden ziyade Osmanlı menkıbelerinden ve Evliya Çelebi anektodlarından hoşlandığım doğrudur.

''Ankara'ya gelen Evliya Çelebi Hacı Bayram-ı Veli için bir hatim başladığı halde kendisini unutmasına üzülen Erdede Sultan gece onun rüyasına girmekle kalmaz, aynı zamanda gaipten gönderdiği bir elçiyle sabahleyin ona kendi merkadini gösterir. Evliya Çelebi'nin el ele Ankara sokaklarında yürüdüğü ve sonra birdenbire fazla tecessü yüzünden kaybettiği gaip alemlerden gelen bu rehberin elleri kemikmiş ve sesi toprak altından gelir gibi derin ve boğukmuş. Verdiği izahlara göre, tasavvuf tarihinde mühim yeri olması lazım gelen bu Erdede Sultan'ı Ankara'da epeyce aradım.
Kuşbaba diye anılan bir eski yatırın bu Erdede Sultan olması ihtimali bulunduğunu ve mezarının da şimdiki Hâl civarında yeni yapılan bir mektebin altında kaldığını öğrendim.''

Seyahatlerine doğruluğundan şüphe ettirecek derecede latif ve mizahi bir rüya ile başlayan Evliya Çelebi'nin rüyalarına ne kadar inanabiliriz? Bunu pek bilemem. Zaten ben Evliya Çelebi'yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum.
Ankara'ya dair dikkatimi çeken Erdede Sultan oluyor ve devam ediyorum.

Nazan Hoca'dan okuduğum Nar Ağacı'ında da aynı tasniflerler yer alan bir Erzurum vardı...
''Gerçekte kaybolan şey, bütün bir hayat tarzı, bütün bir dünya idi. 1885'te yüz binden fazla nüfuslu bir şehir olan Erzurum, bu gelişmesini bir iktisadi denklik üzerine kurmuştu. İran, ithalat ve ihracatının yarıdan fazlasını Trabzon- Tebriz kervan yoluyla yapıyordu. İşte bu kervan yolu, Erzurum'u asırlar içinde eşrafıyla, âyânıyla, ulemasıyla, esnafıyla tam bir şark Ortaçağ şehri olarak kurmuştu. Bu transit yolunda her yıl otuz bin deve ve belki iki misli katır işliyordu. Bunlar Erzurum'dan geçiyor, Tebriz'den gelişinde Trabzon'dan dönüşünde kumanyasını daima Erzurum'dan tedarik ediyor, hayvanını nallatıyor, at eğeri, yük semeri, nal, gem, ağızlık, hulâsa her türlü eksiğini orada tamamlıyordu.''
İçim cız ediyor...

Erzurum'da çetin geçen kışın ardından '' Çocuklar yaz geldiğini çadırcı ustasının eve uğradığı zaman öğrenirlermiş.'' yazın evlerinin bahçelerinde çadırlarda kalan aileler çadırcı ustalarına çadırlarını yamattırır, söküklerini diktirirlermiş. Yine kışın geldiğini de ''Erzincan'dan gelen siyah üzümün renginden, yaylanın üstünden cenuba doğru akan kuş sürürlerinden vaktin yaklaştığını anlayan tecrübeliler, kürkçüyü çağırırlarmış.'' :)

Erzurum'a bir daha gidebilirsem eğer bu sefer IV.Murad zamanında yaptırılan Çifte Minare'ye, Yakutiye'ye ve Ulu Cami'ne Osmanlı devri mimarisinin yaşadığı Lala Paşa Cami'ne bir de yazar anlatımıyla bakmak istiyorum.

Ardından Konya...
Muazzam bir tasvir ile başlıyoruz şehre:
''Konya, insanı ya bir sıtma gibi yakalar, kendi alemine taşır, yahut da ona sonuna kadar yabancı kalırsınız. Meram bağlarının tadını alabilmek için ona yerli hayatın içinden gitmek lâzımdır. Konya tıpkı Mevlevilik gibi bir nevi initiation ister.
Bu alışma bittikten sonra şehir yavaş yavaş size, tıpkı bugün için verebileceği her şeyi verdikten sonra, sizden uzakta geçmiş çocukluğunu ve gençliğini de hediye etmek isteyen, kesik, başı boş hatırlamalarla onları anlatan, güzel ve sevmesini bilen bir kadın gibi mazisini açar. Ve siz dinlediğiniz bu hikayelerin arasından sevdiğiniz, güzelliğine ve olgunluğuna hayran olduğunuz kadını nasıl şimdi küçük ve nazlı bir çocuk,  biraz sonra ürkek bir genç kız veya ilk aşkların, heyecanların içinde henüz çok tecrübesiz bir kadın olarak görür ve hiç tanımadığınız o günlere ait bin türlü sevimliliğin, cazibenin, tuhaflığın, korku ve telaşın, azabın arasından onu tanıdığınız hüviyetiyle öyle yeni baştan, onunla beraber bu geçmiş zamanına eğilerek ve adeta ona hasret çekerek ve artık bu maziyi ve onun kudretini iyice tanıdığınız için onun arasından bütün bütün sizin olacağına bir türlü inanmayarak sever ve tanırsınız.''
Harika değil mi?

Konya'ya da gittiğimde de hatırıma getireceğim; Selçuklu eserlerinden Sırçalı Mescit, Karatay Medresesi ve İnce Minareli hala ayakta mıdır bilinmez ancak ben defterime kaydettim.

Evliya Çelebi'nin ''ruhaniyetli bir şehirdir''diye tarif ettiği, Sadrazam Keçeci Fuad Paşa'nın ise ''Osmanlı tarihinin dibacesi'' olarak nitelendirdiği şehir Bursa'da sıra...

Ozamann mimarisini şu şekide dile getiriyor yazar:
''Cetlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil'de dua eder, Muradiye'de düşünür ve Yıldırım'da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.''
Bunun üzerine estetik nedir diye soruyorum içerimden yazara, kaleme geliyor ve cevaplıyor:
''Tabiat, bereketiyle sanki bütün etrafı ezmek istiyormuş da sonra tam zamanında yetişen bir ölçü hissiyle bundan vazgeçmiş gibi.''

Bursa'nın Osmanlı'daki öneminden tutunda Andre Gide'nin Yeşil Cami hakkındaki sözlerine, Gümüşlü semtinin harika izahatına kadar herşeye değiniyor Ahmet Hamdi Bursa'da.Doyamıyorum...

Celveti şeyhi İsmail Hakkı Efendi hazretlerine değinmeden olmuyor tabi. Celvetiliğin ikinci devresi bilindiği gibi Bursa'da Muakkad Dede ve onun müridi Üftade hazretleri ile başlar. Fakat bütün Türkiye'de asıl şöhreti I.Ahmed devrinin en nüfuzlu şeyhi olan Aziz Mahmud Hüdayi Efendi iledir. Ve kendisini Üsküdar'ında ağırlayan güzide şehre İstanbul'a varıyoruz.
Mihrimahları, Rüstem Paşa'ları, Piyale'leri, Kılıç Ali'leri, Sokullu camileriyle...
Son durak gibi...
Bitmeyen bir durak gibi İstanbul. Öğrenmeye doyamadığınız, gezmeyle bitiremediğiniz hala daha içerisinde kaybolabildiğiniz bir derya gibi...

İstanbul'a imzasını atmış Mimar Sinan'dan bahsederken yazar onun yetiştirmiş olduğu Sedefkâr Mehmed Usta'nın Sultanahmed'i inşa ederken ustasından neleri devşirdiğini, Şehzadebaşı'nda görülen aynaların burada kasnaklar olduğunu ve daha nice mimari niteliğe yer veriyor şehr-i İstanbul'da.

Neden Sultanahmed'den bir tane daha yapamıyoruz? 
Çünkü o caminin temel imamı Evliya Efendi, temel şeyhi  Aziz Mahmud Hüdaiyi Efendi, temel kadısı Karasümbül Ali Efendi mutemedi Kalender Paşa, temel nazırı Kemankeş Ali Paşalarımız yok da ondan yapamıyoruz.
İnceliğe bakınız ya Rabbi...

Hekimoğlu Ali Paşa Camii ,Valide-i Cedid camii, Ayazma ve Abdülbaki Camiilerini bulmak ve görmek üzere ajandama not düşüyorum Beş Şehir sayesinde.

İstanbulun mimarisinden boğaza uzanıyoruz.
İstanbul'da boğaz zevkinin başlangıcını şöyle anlatıyor yazar:
''Fatih, Tokat Bahçesini kurdurmuştu. II.Bayezıt sık sık bazı Boğaz köylerine gitmekten hoşlanırdı. Yavuz, Bebek'te Bebek Köşkünü yaptırmıştı. Kanuni, İstinye'yi sever, II.Selim, Beşiktaş Köşkünü, III.Murad Fındıklı Sarayı'nı yaptırırlar. Beşiktaş Köşkünü sahili doldurarak genişleten I.Ahmed'dir. Dolmabahçe adı bu devirden kaldı. Fakat saray uzun zaman Beşiktaş Sarayı adını kaybetmez. I.Ahmed, sık sık bu saraya gelirdi. bu devirden itibaren Boğaz, İstanbul zevkine girmiş denebilir. Şiirde yavaş yavaş onun sesi işitilmeğe başlar.''

Üstad Beş Şehir'in son sahifelerinde neden beş şehrin mazisinde dolaştığını sorar kendi kendine ve cevaplar:
''En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız, hepimiz Hamlet'ten daha keskin bir ''olmak veya olmamak'' davası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir.''

Sonu da başı kadar güzel olan bu nadide eserin sonunda tam 15 sahife kaynakça var. Eskiler neden iyilermiş bir kere daha düşünüyor insan.
İstifadeli okumalar dilerim muhterem kârilerim...