8 Aralık 2013 Pazar

Keder Gibi Ödünç-Haydar Ergülen



Her kitabın ayrı bir kaderi varmış...

Çok sevdiğim ve dahi sahiplendiğim ne varsa imtihan olurum onunla...

Bu sebeple çilek kokulu kitap olmakmış keder gibi ödünç 'ümün de kaderi...

Şiir de zevkim hep eskilere uzansa da bir kaç yeni hececilere ılımlaştığım doğrudur. 
Ilıman iklimimin hüküm sürdüğü günlerime denk düşer Haydar Ergülen'den keder gibi ödünç kitabını okumam da...

Severek, beğenerek okudum şairin Cemal Süreya Şiir Ödüllü bu kitabını.
Altı çizili dizelerimi paylaşarak kararı size bırakırım muhterem kâriler...

''Gür bir hayat gerekir şiire taramak için bundandır bende üzgün durması kelimelerin...''diyor adam..
Bizse tebessümler diliyoruz kelimelerinize, hayatınıza neşe...
                                                                                                     şiirinmevsiminden''bir''sabah

Yağmurlu Göz Şiire Bakıyor
  ...
Yağmur düşer düşmez dile
yüreğini topla evden
çünkü kadından önce
yağmuru gider evden

Gözün şiire bakışı
yağmurlu görünmek için
 ...


Ne güzeldi;
Şiir; O Eski Mektup

Yola sordum: şiir mi mektup mu
ikisinin de dönüş yerine geçmeyeceğini
biliyordum, yolculuktan dönüş yok
yolun yerine geçecek hiçbir şeyim yok

Yine de söyle sevgiline eski yakınlığın
anısına uzak bir telefon kulübesinden
seni jetonla değil pulla arasın
belki mırıldanacak bir mektubun olur

Pul seni arar çünkü
jeton sesinden geçeni.... (ama çok güzelsin)

Mektup herkese gider, bulduğunua açılır
şiirse kimseye açılmayan o eski mektup
zarfını kelimeler doldurur, sen içine bak! (!)

Pul mektubu ter edeli çok oldu
pul şiiri bulduktan beri böyle oldu

Postacıları unut, verecekleri bir şey yok
şiirin yoluna çık onun yolunda çok
aşk harcandı, harcansın, şiirin kazandırdığı
bir aşksa, aşkın kazandıracağı hiçbir şey
yoktur, fakat aşkta başka bir şey de
yoktur, kaybettiğinin aşk olduğunu böyle
anlar insan ve bir şiir kazanır bundan
     ...


Fiyakası Nedir Hayatın?
   ...
Galiba insanın yakışıklı bir kalbi olmalı önce
sık sık tozu alınmalı, parlatılmalı aynalı sözlerler
benimse kâlp hususunda cilalı bir cümlem bile yok
mırıldandığım sözlerin çoğu ondan gelse de
 ...
Hiç kolay değilken kendine alışması insanın
başkaları nasıl da kolayca alışır ona, şaşarım
onlar alışınca alışmak kaldı bana da
oysa unutulacak kadar alışılsın istemiştim hep
varlığım kadar yokluğuma da -varlığım
yokluğuma armağan olsun- varken olmadı da
bari yokluğumdan bir fiyaka kalsın!
...

Eğer bir gün bualabilirsem hayatımın kadınını ona ''bunca zaman sen neredeydin?'' sorusunu bu şiir ile soracağım.

Yağmur ve Fransızca

Eski arkadaşlıklar resimliydi
'canım arkadaşıma cansız hatıra'
fotoğraflar siyah-beyaz, hatırası derindi
bir gözü tenhaydı Şahin'in bir gözü kalabalık
arkadaşı gibi gözü var mı insanın
nasıl olsa dünyaya aynı gözle bakacaktık

Ben senin tenha gözün olacaktım hem
tek başıma en kalabalık arkadaşın
yarım bir çocuk olarak beni
bu dünyaya erkendenbırakmasaydın

İnsan arakadaşına benzer
ve iyidir benzemesi
arkadaşlığın da eski bir şehre
hele usul sesliyse şehir, trenlerde
bölmemeişse henüz arkadaşlığın sesini

Ben benzemenin iyi olduğu şehirlerden
yani benzediğin ne varsa eskiden
yavaş akan bir şehir, sakin kitaplar,
su aziz ve biz büyüdük yeşil
bir nehir, kuşları bile dalında yerli
bir şehirden birden kanatsız uçtum
kayıp ikizlerle dolu bir şehre düştüm
baktım herkes benzersizin peşinde
herkes kayıp arayan yok kendini
anladım beyhudeymiş benzerimi aramak
eski arkadaşlıkların payına bir damla
gözyaşının düşmediği şehirde
...

Ve benim bir Dilaram vardır; trenlerde ahşaptır...şiirini bana sesli okutarak her bir dize hakkında yorum yaptıran ;) üzerine güldüren, saflığına tebessüm ettiren....
İşte onun şiiri Trenlerde Ahşaptır'dan bir kaç dize;
Suya yakın bir kelime arıyordum
mırıldanmak için ahşabın sessiz derinliğini
denizi anlayan bir kelime arıyordum
ne gemi ne sahil ne mavi
varsın söylesindi en tuhaf iklimlerde
kardeşliğin kayıp düşleri gibi,
bir dalga titretir ya bazen
ölü denizlerin içini, bekleyişin kederi de
öyle yıkasaydı içimi, taş avluların
güneşe karşı yıkanma vakti...


El Yazısı Gevezedir
...
Geceden el aldım da sır alamadım
boşluk akıyordu boş yüzüme bakıyordu
eğildim, derin değildim, dokundum boşluğuma
yandı elim, yandı kağıttan benim
...


Dünyanın Diline Düşme Yoksulsan!
...
şiirde kurtulmak istiyor kelimelerin
şehvetinden, şiddetinden, inceliğinden
...
Kalp ile dil arasında her zaman
iki insan vardır birbirinin uzaklığına taşınan
...
Havalandırdım ama gitmiyor
hangi kalp sinmişse bu boşluğa!


Cam Odada Akşam
...
bir incir gibi içiliyim sana

Gazelimi al aşktan güze say beni
say ki yaprak olup düştüm dalına


Kara Turna Ekspresi
...
kaderinde gözü olur mu insanın olurmuş meğer
kader bende bir göz oldu karan
öyleyse çıkaralım dedik şu hayatı aradan...
 ...
Ve yürekten yüreğe değen;
Hangi yalana inanacağını şaşrdıkça
yalnız inanmaya inanıyor insan
ve hiçbir yalan kalmıyor sonunda
her şeyin gerçek olduğundan başka
...

20 Kasım 2013 Çarşamba

Beş Şehir - Ahmed Hamdi Tanpınar


Ahmet Hamdi Tanpınar sever misiniz?
Eğer ki onun diline biraz aşinalığınız varsa sevmeden edemezsiniz.
'Onun dilinden' kastım ne ola ki?
Kimilerine göre eski zaman türkçesi olan, kimilerine göre ağır edebi nitelikte olan bir üslup Ahmet Hamdi'nin kalemi.
Fakat okurken ''edebiyat böylesi yapılıyor zaar'' diye iç geçiriyorum. Bitmeyen upuzun cümlelerinin karşısında kovalamacalı bir oyun gibi geliyor bana Ahmet Hamdi okumak.
Edebiyata ebediyat diyesim gelir hep kendi kendime, hep de öyle derim zaten :) Beş Şehir'i okurken de kimi zamanlar dimağımda kalan lezzete bakıp 'işte ebediyat' diyorum. Sonra yazarın o edebiyat parçaladığı uzun cümlelerinin  ebede ulaşabilmesini tahayyül ediyorum. Sahi olabilir mi böyle bir şey?

En kısa cümlelerinden, altını çizdiklerimden olan iki cümlecik nakletmek isterim:
''Araya zaman dediğimiz büyük yapıcı girmişti. İnsan ömrü, unutmanın şerbetine yiyecek kadar muhtaç.''

Bir yayınevinin türkçe öğretmenini işe alırken yapmış olduğu mülakata şahit olmuştum. Orada işveren, hoca hanıma Beş Şehir'i okudunuz mu diye sordu. Hoca hanımda evet diyerek kitap hakkında methiyelere başladı. Ahmet Hamdi'nin Saatler'inden sonra okumam gereken nadide bir edebi klasik olduğunu o vakit anladım. 

Beş Şehir adından da anlaşılacağı gibi 5 tane şehrimizi anlatıyor. Ankara ile başlıyor Konya, Bursa, Erzurum ile devam ederek İstanbul'a varıyorsunuz. İçinizde sizinde bu fakir gibi bir seyyah yaşıyorsa sanki okumuyor yazar ile birlikte seyahat ediyorsunuz. Sizin bildiğiniz, gittiğiniz beş şehirlerden bile olsa bu saydığımız şehirler sizin bildiğiniz beş şehir niteliği taşımıyor. Keza yazar Milli Mücadele yıllarındaki hallerine değinerek beş şehirde, cumhuriyetin ilk yıllarını anlatıyor. Haliyle bildiğiniz şehirler bilmediğiniz şehirler haline geliyor. 

Her şehrin Selçuklu zamanına varan tarihine dokunuyor. Osmanlı'nın katkılarını gözleyerek Cumhuriyette seyehat ediyor. Yani 3 devirde beş şehir gösteriyor kârilere...

Yazarın ön sözünde muhteşem nükteler var. (görmeniz dileğiyle)
Güzel önsözünden sonra Ankara ile başlıyoruz...

Ankara'yı sevilesi kılan nadir şeylerden en büyüğüdür; Hacı Bayram-ı Veli hazretlerilerinin orada bulunması. Gitmek henüz nasip olmasa da yazarın anlattığına göre zamanında; İmparator Augustus'un şerefine toprağa dikilmiş mermer bir kaside olan Roma mabedinin kalıntılarının yanı başındaymış Hacı Bayram-ı Veli Camii. Zıtlar mecmualası diye tarif ediyor üstad. Ankara'ya gittiğimde hususi dikkat edeceğim; bu durumun hala daha var olup olmadığı olacak.

Ankara'nın bir müddet Alaaddin Keykubad'ın şehri olduğunu sonra İzzeddin Keykavus'a nasıl geçtiğini ayrıntılı tarihiyle anlatıyor yazar.
Kitaptaki Selçuklu tarihinden ziyade Osmanlı menkıbelerinden ve Evliya Çelebi anektodlarından hoşlandığım doğrudur.

''Ankara'ya gelen Evliya Çelebi Hacı Bayram-ı Veli için bir hatim başladığı halde kendisini unutmasına üzülen Erdede Sultan gece onun rüyasına girmekle kalmaz, aynı zamanda gaipten gönderdiği bir elçiyle sabahleyin ona kendi merkadini gösterir. Evliya Çelebi'nin el ele Ankara sokaklarında yürüdüğü ve sonra birdenbire fazla tecessü yüzünden kaybettiği gaip alemlerden gelen bu rehberin elleri kemikmiş ve sesi toprak altından gelir gibi derin ve boğukmuş. Verdiği izahlara göre, tasavvuf tarihinde mühim yeri olması lazım gelen bu Erdede Sultan'ı Ankara'da epeyce aradım.
Kuşbaba diye anılan bir eski yatırın bu Erdede Sultan olması ihtimali bulunduğunu ve mezarının da şimdiki Hâl civarında yeni yapılan bir mektebin altında kaldığını öğrendim.''

Seyahatlerine doğruluğundan şüphe ettirecek derecede latif ve mizahi bir rüya ile başlayan Evliya Çelebi'nin rüyalarına ne kadar inanabiliriz? Bunu pek bilemem. Zaten ben Evliya Çelebi'yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum.
Ankara'ya dair dikkatimi çeken Erdede Sultan oluyor ve devam ediyorum.

Nazan Hoca'dan okuduğum Nar Ağacı'ında da aynı tasniflerler yer alan bir Erzurum vardı...
''Gerçekte kaybolan şey, bütün bir hayat tarzı, bütün bir dünya idi. 1885'te yüz binden fazla nüfuslu bir şehir olan Erzurum, bu gelişmesini bir iktisadi denklik üzerine kurmuştu. İran, ithalat ve ihracatının yarıdan fazlasını Trabzon- Tebriz kervan yoluyla yapıyordu. İşte bu kervan yolu, Erzurum'u asırlar içinde eşrafıyla, âyânıyla, ulemasıyla, esnafıyla tam bir şark Ortaçağ şehri olarak kurmuştu. Bu transit yolunda her yıl otuz bin deve ve belki iki misli katır işliyordu. Bunlar Erzurum'dan geçiyor, Tebriz'den gelişinde Trabzon'dan dönüşünde kumanyasını daima Erzurum'dan tedarik ediyor, hayvanını nallatıyor, at eğeri, yük semeri, nal, gem, ağızlık, hulâsa her türlü eksiğini orada tamamlıyordu.''
İçim cız ediyor...

Erzurum'da çetin geçen kışın ardından '' Çocuklar yaz geldiğini çadırcı ustasının eve uğradığı zaman öğrenirlermiş.'' yazın evlerinin bahçelerinde çadırlarda kalan aileler çadırcı ustalarına çadırlarını yamattırır, söküklerini diktirirlermiş. Yine kışın geldiğini de ''Erzincan'dan gelen siyah üzümün renginden, yaylanın üstünden cenuba doğru akan kuş sürürlerinden vaktin yaklaştığını anlayan tecrübeliler, kürkçüyü çağırırlarmış.'' :)

Erzurum'a bir daha gidebilirsem eğer bu sefer IV.Murad zamanında yaptırılan Çifte Minare'ye, Yakutiye'ye ve Ulu Cami'ne Osmanlı devri mimarisinin yaşadığı Lala Paşa Cami'ne bir de yazar anlatımıyla bakmak istiyorum.

Ardından Konya...
Muazzam bir tasvir ile başlıyoruz şehre:
''Konya, insanı ya bir sıtma gibi yakalar, kendi alemine taşır, yahut da ona sonuna kadar yabancı kalırsınız. Meram bağlarının tadını alabilmek için ona yerli hayatın içinden gitmek lâzımdır. Konya tıpkı Mevlevilik gibi bir nevi initiation ister.
Bu alışma bittikten sonra şehir yavaş yavaş size, tıpkı bugün için verebileceği her şeyi verdikten sonra, sizden uzakta geçmiş çocukluğunu ve gençliğini de hediye etmek isteyen, kesik, başı boş hatırlamalarla onları anlatan, güzel ve sevmesini bilen bir kadın gibi mazisini açar. Ve siz dinlediğiniz bu hikayelerin arasından sevdiğiniz, güzelliğine ve olgunluğuna hayran olduğunuz kadını nasıl şimdi küçük ve nazlı bir çocuk,  biraz sonra ürkek bir genç kız veya ilk aşkların, heyecanların içinde henüz çok tecrübesiz bir kadın olarak görür ve hiç tanımadığınız o günlere ait bin türlü sevimliliğin, cazibenin, tuhaflığın, korku ve telaşın, azabın arasından onu tanıdığınız hüviyetiyle öyle yeni baştan, onunla beraber bu geçmiş zamanına eğilerek ve adeta ona hasret çekerek ve artık bu maziyi ve onun kudretini iyice tanıdığınız için onun arasından bütün bütün sizin olacağına bir türlü inanmayarak sever ve tanırsınız.''
Harika değil mi?

Konya'ya da gittiğimde de hatırıma getireceğim; Selçuklu eserlerinden Sırçalı Mescit, Karatay Medresesi ve İnce Minareli hala ayakta mıdır bilinmez ancak ben defterime kaydettim.

Evliya Çelebi'nin ''ruhaniyetli bir şehirdir''diye tarif ettiği, Sadrazam Keçeci Fuad Paşa'nın ise ''Osmanlı tarihinin dibacesi'' olarak nitelendirdiği şehir Bursa'da sıra...

Ozamann mimarisini şu şekide dile getiriyor yazar:
''Cetlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil'de dua eder, Muradiye'de düşünür ve Yıldırım'da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.''
Bunun üzerine estetik nedir diye soruyorum içerimden yazara, kaleme geliyor ve cevaplıyor:
''Tabiat, bereketiyle sanki bütün etrafı ezmek istiyormuş da sonra tam zamanında yetişen bir ölçü hissiyle bundan vazgeçmiş gibi.''

Bursa'nın Osmanlı'daki öneminden tutunda Andre Gide'nin Yeşil Cami hakkındaki sözlerine, Gümüşlü semtinin harika izahatına kadar herşeye değiniyor Ahmet Hamdi Bursa'da.Doyamıyorum...

Celveti şeyhi İsmail Hakkı Efendi hazretlerine değinmeden olmuyor tabi. Celvetiliğin ikinci devresi bilindiği gibi Bursa'da Muakkad Dede ve onun müridi Üftade hazretleri ile başlar. Fakat bütün Türkiye'de asıl şöhreti I.Ahmed devrinin en nüfuzlu şeyhi olan Aziz Mahmud Hüdayi Efendi iledir. Ve kendisini Üsküdar'ında ağırlayan güzide şehre İstanbul'a varıyoruz.
Mihrimahları, Rüstem Paşa'ları, Piyale'leri, Kılıç Ali'leri, Sokullu camileriyle...
Son durak gibi...
Bitmeyen bir durak gibi İstanbul. Öğrenmeye doyamadığınız, gezmeyle bitiremediğiniz hala daha içerisinde kaybolabildiğiniz bir derya gibi...

İstanbul'a imzasını atmış Mimar Sinan'dan bahsederken yazar onun yetiştirmiş olduğu Sedefkâr Mehmed Usta'nın Sultanahmed'i inşa ederken ustasından neleri devşirdiğini, Şehzadebaşı'nda görülen aynaların burada kasnaklar olduğunu ve daha nice mimari niteliğe yer veriyor şehr-i İstanbul'da.

Neden Sultanahmed'den bir tane daha yapamıyoruz? 
Çünkü o caminin temel imamı Evliya Efendi, temel şeyhi  Aziz Mahmud Hüdaiyi Efendi, temel kadısı Karasümbül Ali Efendi mutemedi Kalender Paşa, temel nazırı Kemankeş Ali Paşalarımız yok da ondan yapamıyoruz.
İnceliğe bakınız ya Rabbi...

Hekimoğlu Ali Paşa Camii ,Valide-i Cedid camii, Ayazma ve Abdülbaki Camiilerini bulmak ve görmek üzere ajandama not düşüyorum Beş Şehir sayesinde.

İstanbulun mimarisinden boğaza uzanıyoruz.
İstanbul'da boğaz zevkinin başlangıcını şöyle anlatıyor yazar:
''Fatih, Tokat Bahçesini kurdurmuştu. II.Bayezıt sık sık bazı Boğaz köylerine gitmekten hoşlanırdı. Yavuz, Bebek'te Bebek Köşkünü yaptırmıştı. Kanuni, İstinye'yi sever, II.Selim, Beşiktaş Köşkünü, III.Murad Fındıklı Sarayı'nı yaptırırlar. Beşiktaş Köşkünü sahili doldurarak genişleten I.Ahmed'dir. Dolmabahçe adı bu devirden kaldı. Fakat saray uzun zaman Beşiktaş Sarayı adını kaybetmez. I.Ahmed, sık sık bu saraya gelirdi. bu devirden itibaren Boğaz, İstanbul zevkine girmiş denebilir. Şiirde yavaş yavaş onun sesi işitilmeğe başlar.''

Üstad Beş Şehir'in son sahifelerinde neden beş şehrin mazisinde dolaştığını sorar kendi kendine ve cevaplar:
''En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız, hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız, hepimiz Hamlet'ten daha keskin bir ''olmak veya olmamak'' davası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir.''

Sonu da başı kadar güzel olan bu nadide eserin sonunda tam 15 sahife kaynakça var. Eskiler neden iyilermiş bir kere daha düşünüyor insan.
İstifadeli okumalar dilerim muhterem kârilerim...

22 Ekim 2013 Salı

Delilik Ülkesinden Notlar - Ayşe Şasa


Bir haftasonu evimden çıkmadan, mümkünse konuşmadan, bir dost ile hasbihal etmek istiyordum. Sınırsızca anlatmak, samimiyet ile dinlemek; gerekirse ağlamak ve tebessüm etmek istiyordum hallerine, hallerime...
İsteğim ütopik gibiydi, şimdinin insanlarını düşündüğümüzde.
Bende bunu bir kitap ile paylaşmak fikrine yöneldim. 
Bu dediklerimi yapabileceğim tek bir kitap vardı; Delilik Ülkesinden Notlar... 

Babamın kitabın ilk boş sahifesine yazdığı gibi; Ayşe Şasa gaflet çölünü geçiyor. Hidayet vadisine yürüyor. Tevhid dağına tırmanıyor ve Hayret yaylasına ulaşıyor. Bütün bunlar yazarın kendi ifadesiyle fikir fırtınasını çok güzel özetliyor.Aşıklar gölünün ortasında Velayet adasına varıyor. Orada ceset kokusu yok yasemin kokusu var. Orada veli dostlar, kuğu misali dolanan peygamber ruhu(ruhları) var. 
İlk sahifeden sonra bende bu yolculuğa eşlik etmeliyim hissiyatı ile başlıyorum diğer sahifeleri çevirmeye...

İlk defa okumuyorum Delilik Ülkesinden Notları sizlerde bir kere okumayın muhterem kârilerim. Çok defa okumalı insan böyle kitapları. Sanki her sahifesi ibret-i alem için...
Kendi delilik ülkenizi keşfetmek için....
Pardon yoksa siz deli değil miydiniz!?

Ne güzel diyor gönlü güzelim;
''Akıllılar dünyası, kendi değerlerini mutlak sayan küçük ilahlar ve ilahelerle dolup taşıyor. Kibir içinde, kendilerinden emin dolaşıyor, konuşuyor, eylem yapıyorlar. Kendilerinden, görüşlerinden, görüşlerinin doğruluğundan en ufak bir şüpheleri yok.
Akıllılar dünyasının bir kıyısında, sisili bir dağ başına çöreklenmiş, dünyayı kendimce anlamlandırmaya çalışan bir deliyim. Akıllılardan çok farklı olduğumun bilincini her an taşıyarak, onları gözetliyorum.''

Onu kendi cümleleriyle tanı(t)mak gerekiyor:
''Belli aralıklarla hayatımı kasıp kavuran şizofreni nöbetlerine kendimce bir anlam verme savaşını sürdürmeseydim, bugün artık düşünmeyen, konuşmayan, hiçbir anlamda çevreyle iletişim kuramayan bir varlık durumuna indirgenirdim. Halen duygusal dünyam, benliğim en az kırk ayrı parçaya ayrılmış durumda. Ama en ortada, tepede, hala düşünmeye, sorgulamaya, denetlemeye; kendine, çevreye, hayata anlam vermeye çalışan bir düşünsel merkez var. Her an yıkılabilse de, yıkılmaya hazır olsa da, zaman zaman üç, beş, sekiz, on parçaya bölünse de, o merkezi sürekli ayakta tutmak, her sabah yeniden kurmak zorundayım.(Yazmak ve konuşmak bu savaşın kaçınılmaz bir parçası.)''
Kendinin, varlığının, hastalığının insan bu denli farkında olunca ister istemez o insandan samimiyet, ihlas peydah oluyor. Ve sıcaklığa doğru bir çekim alanına giriyorsunuz.

Meczubun bilincini tanımlarken yakaladığı yerlere lütfen dikkat edin:
''İslam felsefesi, zamanı, her an yinelenen kıyametler olarak kavramlaştıryor ve meczubun bilinci-bilinç akımı- işte bu anlamda, her an kopan, her an yeniden kopan kıyametlerden oluşuyor.''
!!!
Onun kendini bu denli iyi bilişi ve ifade edişi acıtıyor yüreğimi kimi zaman...

Her okuyuşumda ayrı bir etkilendiğim paragrafı var Ayşe Şasa'nın, ama hep aynı yerden vuruluyorum:
''Güncemin bir yerinde şöyle demişim: ''Kıyamet günü, Yaratıcı'ya anlamlı ve onurlu bir hikaye anlatabilmeliyim. Anlam ve onur. Bütün savaşım bu ikisini, cinnet anlarında bile savunmak. Cinnet bir kıyametse, anlam ve onur arayışı kıyamette bile insanı terketmiyor.''
Allah'ım hikayesi anlam ve onur üzerine kurulu olanlarına sahip çık!amin.

Onun(yazarın) dünyası, beni dünyamdan alarak seyre meftun eder adeta. Kitabın bir çok yerinde içim burulsa da şu cümlesinde hep tebessüm ederim:
''Çalı süpürgesinin bile kökleri var. Biz soyumuzu neden reddedelim?''
:)

Çok güzel bir analiz bulurum doğru aristokratında:
''Doğunun dikey olan mutlak ve zamansız tekamül idealleriyle batının yatay olan, zamana, göreceliğe yönelik idealleri bir haç gibi kesişir. Bu haç da şimdilerde yaşadığımız kentin tam ortasından geçiyor.''

Fakirin Ayşe Hanım ile en büyük paydası hayret vadisinde iz sürmesidir. Ve bildiğim tek şey hayret, sırra duyulan hayret ve hayret sonsuza dek bitmeyecek.

Sonra Delilik Ülkesinden Notlar'da yazarın çeşitli dergilere yazdığı makaleler bulabilirsiniz. Mesela bunlardan bir tanesi Ebru'ya Düşen Ateş Denizi başlıklı yazı olabilir. O yazının bir paragrafında kaybolabilirsiniz mesela:
''imtihan potasında imtiyaz kazan. Tekrar bu kapıdan döneceğini zannetme, ateşte gidip sudan döneceksin*'' gerçekten enfes, öyle değil mi? 
İşte hayatın, seyr-i sülûkun tüm sırrını içeren, belki cehennem ve cennet gibi kavramlara aşinalık kurmamıza yardım eden o asli sır, o sihirli, ışıklı va'd...
''Ateşte gider sudan gelirsin''vâ'di.

Elimdeki kitap 10. senesini tamamladı. Ve babamdan bana kaldı. Fakirin izleri kadar onunda izlerini taşır kitap. Onun özenle tırnakladığı paragrafa bakıyorum ; Ayşe Hanım Kemal Tahir'in bir konferansına gider ve Kemal Tahir'den çok etkilenir. O konferanstan bir alıntılama yapar babam;
''Sırtını verdiği değerlerden söz ederken mistik bir heyecanı yansıtıyordu. Son üç yüz yıldır dünyada barışı sürekli ihlal edenlerin bizler değil batılılar olduğunu hatırlattıktan sonra şöyle demişti: ''Bizler şamar yemiş bir büyük devletin adamlarıyız. Şamar yememiş bir takım büyük devletlerin bizim tecrübelerimize ihtiyaçları var.'' 

Muhyiddin Şekûr'den ve Su Üstüne Yazı Yazmak adlı eserinden bahsederken aynı zamanda çok önemli sözlere imza atıyor Ayşe Hanım:
''Geleneğin, tasavvuf aleminin tümüyle tarihe karıştığının, evliyaların, tarikatların masaldan ibaret sanıldığı bir çağda, çağdaş materyalizmin ve modern tüketim zihniyetinin doruğunu temsil eden bir toplumda, akıllara durgunluk veren inanılmaz bir güzelliktir zuhur eden. Gelenek tüm ihtişamıyla -pirleri, tekkeleri, şeyhleri,dervişleri, zikir meclisleriyle - gelir, yetişir ve mana aleminden bütünüyle kopmuş modern insana, olanca kapsayıcılığıyla el koyar. Gelenek , ezelden ebede değişmez cevheriyle, tüm hakikatiyle , burada bizimledir. Burada ve her yerde, her yerde ve her zamandadır.
Bu vesileyle bir kez daha anlarız ki evliyaların çağlar ötesinden beri uzanan ışıklı ve engin himmetleri üzerimizde olmasaydı, bugün içinde yaşadığımız dünyanın yüzü, kat kat cehennemlerin dehşetengiz karanlıklarından ibaret olurdu.''

Daha öylesi altı çizili, yazılası paragrafım var ki belki; kitabın yarısı...Ancak onların hepsini burada ifşa etmek istemem. El-kıssa: Bu alem zaman içinde zaman, mekan içinde mekandır; bu sırlar ehl-i dünyaya açılmaz.

Madem babamın cümleleriyle başladık kitaba,
özetin sonuna da devam edelim onunla:
 
''Modern insanlar vahiyden ve ilahi anlamlardan koptuğu için gitgide anlamsız bir düzeye mahkum oluyor.''

''Ben intihar eden insanı gayb ile bağı koparılmış varlık diye kabulleniyorum''

''Bir mürşid ile  bir adımda atılan adımı normal insan üç ömürde geçemez.'' Mevlana
!(Kalın puntolu ünlemden olsun)

''Bizim edebiyatımız edep'ten gelir. Batının edebiyatı ise edepsizlikten.''

''Hakikat hastalık gibidir paylaşılmadıkça kurtulunmaz.''

 ''Hakikat bizde kaldığı sürece hakikat olmaktan çıkar.'' Fransız düşünür Baudrillard

Hakikat'i bulmamız dileğiyle...

Sıradışı Bir Ödül Töreni - Mustafa Kutlu


Ağır eserleri kaldıramayacak olan göynüm şu sıra şiirin manasına salmıştı kendini...
Fakat bir an, roman okuma hissiyatına kapıldı. Kapıldı ama öyle girift ağlar örecek, komplike bir eser düşünerek değil...
Daha basit, soft bir eser istiyordu.
Kitaplığıma baktığımda tereddütsüz Mustafa Kutlu'nun son eseri olan Sıradışı Bir Ödül Töreni'ne yöneldi kalbim. 
Okudukça teyit ettim kendimi. Doğru bir tercihti. Mustafa Kutlu'nun kalemi bana ilaç gibi gelmişti. Basit bir hikaye anlatılıyordu;öylesine gerçek, olabildiğince sade ve nükteli bir kalem ile. Kitapta biraz kendimi biraz etrafımı biraz da eşrafımı bulabiliyordum.
Elimde tutduğum bir hikaye kitabıydı. Bunu düşündüm epey süre. Nice zaman olmuştu ben hikaye okumayı bırakalı... Ne büyük kötülük etmişim meğer kendime.
Bu düşüncelerde akan kitabım son bulduğunda yine o boğazımda kalmışlık hissiyatına kapıldım. Mustafa Kutlu'nun her eseri fakiri bu şekilde yarıda bırakıyor gibi hissediyorum. Misal pek çoğumuzun bildiği Uzun Hikaye filmini izlediğimdede aynı hissiyata kapılmıştım.Burada bir hikmet vardı benim anlayamadığım...

Kitabı bitirdiğim akşam Ayşe Şasa hanımefendim aramış, boğazımdaki tıkanıklığı farketmişti adeta. Sıradışı Bir Ödül Töreni üzerine konuşmaya başladık. Neden Mustafa Kutlunun her eserinde bu yarım kalmışlık durumunun varlığını sordum. Mustafa hoca ile yakın arkadaş olan Ayşe hanım hipotezimi kabul etmedi.Bilakis kitabın çok tadında bittiğini, biraz daha uzatsaydı sıkacağından bahsetti. Düşündüm...Haklıydı. 
Hikayeye olan uzaklığımdan ve hikaye türünde Mustafa hoca harici kalem bilmeyişimden olsa gerekti bu ahvalim...

Sıradışı Bir Ödül Töreni  Nezaket ismindeki bir geçn kızın etrafında gelişiyor. Gerek heyecanlandırıyor. Gerek anımsattırıyor. Gerekse hatırlatıyor...
En sonunda ise ezan sesi duyduruyor.
Çok fazla anlatmak istemiyorum ki feyzinize mani olmayayım.

Hasılı kıymetli kâriler, siz de kafanız dağılsın, gözünüz dinlensin, ruhunuza değsin, hatırda mütebessim bir ifade bıraksın dilerseniz bir eser; o vakit sizlere Mustafa Kutlu'nun son kitabı Sıradışı Bir Ödül Töreni tavsiye oluna...

Muhabbetle....

20 Ekim 2013 Pazar

Tarihe Adanmış Sözler- Beyan Yayınları

Allah için ve rızası için yaptığım hiç bir şey yoktur ki karşılığını almamış olayım.

Yine bir kitap fuarındayım. Bir Zarif adamın(Cahit Zarifoğlu) Romanlar'ını almak üzere Beyan Yayınları standına doğru yol alıyorum. Stand diğer yayınevleri gibi yoğun değil. Bu sebeple de stand görevlisi amca başka bir iş ile meşgul. ''Selamunaleyküm'' diyerek benimle ilgilenmesini sağlıyorum. Sakallarından Muhammedi kokular akan bazı amcalar vardır hani. Onlardan bu amca da. Çok fazla göz göze gelmeden alışverişimizi tamamladık zannediyordum ki amca eline bir kitap aldı; üzerinde 'tarihe adanmış sözler' yazan...
''Bu'' dedi 
''selamın için... Buraya Allah'ın selamı ile girdiğin için, bu yaşta bu idrakta olduğun için...'' dedi ve attı poşetime hediye ettiği kitabı.
''Subhanallah'' dedim. Subhanallah...
Haklıydı amca selamsızlıktan kırılıyorduk milletce. Hele yeni jenerasyon bizlerde, hele ki bayanlarda selam adabı yoktu. Belliydi amcanın bu durumdan muzdaripliği...
Eyvallah dedim bu seferde, eyvallah amca....

Böyle enteresan bir şekilde edindiğim bir kitap oldu ''tarihe adanmış sözler'' kitabım.
Kitabı Necmettin Şahinler beyefendi hazırlamış. A.Saint Exupery den Hacı Bayram Veli hazretlerine, Voltaire den Hz. İsa'ya, İmam-ı Azam'dan Schopenhaur'a kadar bir çok zat-ı muhteremin tarihe geçmiş sözleri mevcut kitapta. Bir nevi FAV ladığımız tweetler mecmuası gibi.... Ve bir çoğu da aslında bildiğimiz sözler. Yine de fakirin dikkatini çekenler  şöyle sıralandı;

En sevdiklerimden Voltaire den başlayalaım:
''Nefsine hükmeden, dünyaya hükmedebilir.''

''Yalan söylemeyen adama kimse yalan söylemeye cesaret edemez'' diyor Cenap Şehabettin.(Böyle midir gerçekten? diye düşünülesi)



Ahirette en çok görüşmek isteyeceğim filozoflardan olan Tolstoy'dan:
''Allah'ım bana iman ver ve onu bulmaları için başkalarına yardım etmeme müsaade et.'' ve bize de...



''İnsan yalnız ekmekle yaşayamaz, ona Allah'ın sözü de gereklidir.'' Hz. İsa

''Nutuklar, fikirleri saklamak için atılır.'' W.Osler

St.Agustine'den klişe olmuş bir anektoddur fakat her zaman inceliğini korur:
''İman etmek gayba inanmaktır, mükafatı; görülemeyeni görmektir.''

Hüsnü zannım; iman üzere ölmüş olduğuna dair olan Tolstoy'dan yine:
''Ancak Allah'a inandığım zaman, yaşadığımı anladım.'' Enfes...

''Büyümek için büyük bir kanser hücresinin ideolojisidir.'' E.Ahley 

Amin...

Her geçen gün yaralandığım bir konu var insanlık adına; insanların kötülüğü...Ben çok mu iyiyim? Hayır.
Fakat bilmediğim tarzda kötülükler var insanlarda, öyle korkunç öyle ürkünç ki bu... Ve o insanlara baktığımda Montaigne' i hatırladığım o meşhur sözü:
''İyliğin ilmine sahip olmayana diğer bütün ilimler zarar verir.'' (İyiliğin ilmi?)

Roger Garaudy'den bir inci niteliğinde:
''Önemli olan, bir adamın inancı hakkında neler söylediği değil, aksine bu inancın o adamı ne yaptığı, ne hale getirdiğidir.''

Thales den Hadis-i şerife gönderme:
''Dünyada en zor olan şey, insanın kendini bilmesidir.'' 
Bugün kendini tanıdığını, bildiğini iddia eden onca insan var. Bilmiyor, işin korkunç tarafı bilmediğini de bilmiyor. Konfüçyus kaç diyor. Nereye kaçam ey Konfüçyus?

Voltaire'in belki de en sevdiğim muazzam cümlesidir ki o:
''Düşüncelerinizden nefret ediyorum fakat o düşünceleri savunma hakkını size kazandırmak uğruna ölmeye hazırım.'' 

Alma mutlu etme mutluluğumuzu elimizden ya Rab...




''İster mermi kullansın ister oy pusulası, insan iyi nişan almalı, kuklayı değil kuklacıyı vurmalı.'' Malcolm X

Ve son olarak Franklin Rososevelt'den; kurduğumuz ve kuracağımız cümlelerin sıhhati adına:
''Sözcükleri ağzınızdayken yutmak, onları daha sonra yemekten daha iyidir.''

6 Ekim 2013 Pazar

Kalbim Unut Bu Şiiri-Ahmet Telli

Bir şairin ilk kitabını okuyacaksanız muhakkak seçmeleriyle başlamalı insan.
Zira şaire, şiirine genel bakışını kanaatini daha doğru etkiliyor bu.
Ahmet Telli'nin Kalbim Unut Bu Şiiri'de benim için böyle bir anlam ifade ediyor.
67 yaşında olan yazar emekli bir edebiyat öğretmeni. Sıkıyönetimce tutuklanarak bir süre ara vermek durumunda kalıyor öğretmenliğine.
Sadece şair değil Ahmet Telli aynı zamanda deneme yazıları da mevcut. 

Ayrıca özgeçmişinde Çankırı doğumlu yazsada ben onun çerkes olduğuna kanaat getirdim :)
Nasıl getirmeyeyim ki muhterem kâriler... Şair şiirlerinde öyle bir at teması işliyor ki insan acaba mı diyor. Sonra gitgide belirtiler artıyor ancak bir çerkesin söyleyebileceği sözler ediyor. 
Bu dizelerden sonra fotoğrafını görüyorum şairin, tipik çerkes dediklerinden...yanılıyor da olabilirim pekala fakar şair tanıyor o milleti. 


Bunun ne önemi var diyebilirsiniz. Bunun önemi azınlık olma hissiyatıyla kavranabilir birşey. Hemşehrilisini görmenin farklı versiyonu olarak da adledebilirsiniz.


Şairin memleketinden dizelerine gelirsek; bir çok dizem var altı çizili, kenarı yıldızlı...

Sonra bir şarkının sözlerini görüyorum kitapta; Hala Koynumda Resmin şiiri. Yonca Lodi'nin şarkısının sözleri meğer bir Ahmet Telli şiiri imiş.

Göynüme dokunan dizeleri ise şarkı sözlerinden ziyade oluyor:

Uzun uzun susuyorsun bir gülü koklarken
Yüzün büsbütün gülistan oluyor ve bitt
Sandığımız yerde yeniden ürperen bu aşk
Hangi hatıralarla kanadı hangisinde sustu
Biz hangi şehirde güller taşıdık odamıza
Hangisinde yaralarımızı saracak bir dost
Bir yoldaş aradık ölürcesine, yoktular 

Nice yıkımlardan kurtardığın şeydi susmak
Adressiz yaşamalardan, mutsuzluklardan
Umutlardan geri kalandı ve yakıştırdın
Kendine...
Sana bir onur gibi ekledi susmayı ki güller
Sessizliğin koynunda bulurlar renklerini

Ayrılıkların bir rengi vardır, susuşların
Bekleyişlerin, yalnızlıkların da öyle
Şehrin görüntüsü unutmanın rengine benzer

Hiç konuşmayalım istersen susmak bir dil
Bir hatırlamak olsun yitirdiğimiz ne varsa
Hatırlamak deyince içimden bir rüzgar
Işıkları söndürülmüş kasabalar geçiyor

Günler düşüyor içime, kendime sığmıyorum

Hangi şehirde yoksa ben kayboluyorum orada

Uzun uzun susuyorsun bir gülü koklarken
Hatırlamak böyle bir şey olmalı diyorum

Sevmek böyle bir şey heralde diyorum
Sen uzun uzun koklarken bir gülü

Ve yüzünün doğusu gül kokuyor çünkü doğu
Gülistandı dağın ve destanın bize anlattığı
(BARBAR ve ŞEHLA/2)


...

Dağa bir gerdanlık olan şehir

Ve dağa bir gerdanlık olan şehir
Telkâri ülûbunu unutmadan 
Şerh düşüyordu yaşananlara
Çünkü o bir hatıraydı Gülistan'da 
(MARDİN)


...

Kar yağıyorken milyon bekerel hüzün yağıyordur
Derim ki kar ve hüzün bir aşkın seyir defteridir
Yolculuklar ve ayrılıklarla anlatılabilir ancak (*)
(KARDA İZLER)

...

Aynı soruyu sormaktan, minör
Ağrılardan yoruldum, gitmeliyim burakardan
İçimde buharlaşan cıvayı soluyorum artık
Yoruldum yoruldum yoruldum
Gereklilik kipinde yaşamaktan
(ASMİN)

...

Aklım ermedi aynalara ve suya
Yüzümü gösterip kalbimi neden 
Sakladıklarını öğrenemedim
Şaşkınım, cahilim ben bu dünyada(*)
(İMLÂSIZ)

...

Evren yalnızlıktan da küçükmüş
Düşlermiş asıl sonsuz olan

''Ölüm beni çirkinleştirmeden yok olma yollarını öğrenmeliyim''

Evren hiçlik'ten de küçükmüş meğer
Yaşamı ve ölümü ezberleyecek kadarmış(KÜÇÜK YILDIZIN SON BALADI)














...


Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyoum günlerdir
bir gök gürlese bari diyorum bir sağnak patlasa
bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem
oysa ne kadar sakin sokaklar, kent ve bütün yeryüzü
ipince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne
sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
belki yine gelirim sesime ses veren olursa bir gün
(BELKİ YİNE GELİRİM)

  ...

su oluyorum ipince, kendime sızıyorum
dünya yetmiyor bazen, bırakıp gidebilir miyim??
(KAYIP ADRESTEKİ)

...

Hayır! yetmiyor aşkları
ayrılıkları ve büyük
serüvenleri anlatmaya 
iyi bir şiir bile bazen
(ANLATIP DURDUM)

...

SAKLI KALAN
Günlüğü eksik tutulan güz
usulca çekilmiş de kıyıya
bütün gürültülerden uzakta
eğiriyor suların köpüğünü  

Belli ki duymuyor dağların
uğuldayan yalnızlığını


Bekleyişin ve acıların
uğultusudur yalnızlıklar
Kimi kez kuşatabilir büsbütün
doğayı, aşkı ve yaşamı
Ama kayalıkların karanlıklarına
hiç sığar mı bir dağın yalnızlığı

Bir çiçek bile doldurabilir
uçurumların derin oyuklarını
Oysa o bir çatlaktan fışkırıp
bir yangın gibi büyüyendir
Belli ki duymaktadır kalbinde
aşkın saklı yalnızlığını

Anımsanan ne varsa şimdi
biraz acıya dönüktür yüzü
ve solgun bir gülümseyiş
gibi sararken sessizliği
taşır bekleyişin gizinde
aşkın saklı yalnızlığını

Günlüğü eksik tutulan güz
eğirirken suların köpüğünü
ey alıngan susuşundan üzünç
gibi öfkesinden kan sızan
kalbini suların göğsüne bastır
duyacaksın kalbimizin atışlarını


...

Kendimize daha az zaman 
ayırsak da olur geceden
Çünkü boğabilir insan
yalnız kendini düşünmekten(KONUĞUM OL)

...

Yalnızım 
Sıkıntının yalnızlığı değil bu
Düşlerle el ele
yaşamayı dillendiren
ve yudum yudum özümleten
bir sevgi yalnızlığı

Dinlendiriyor yüreğimi
kafamı
bedenimi
serin okşayışlarıyla doğa
Dinliyorum en güzel türküsünü
kurdun kuşun

Uçmak için kanat aramıyorum(*)
(GECELEYİN KIRDA)

...


Karlar tozarken bekle
Ortalık ağarırken bekle
Kimseler beklemezken bekle beni
(K.Simonov)

 

26 Eylül 2013 Perşembe

Kim Bağışlayacak Beni- Birhan Keskin


Hayatım boyunca randevularımı bekletmeme hususunda ne kadar hassas olsamda dostlarımı bekletmeme hususundaki hassasiyetimden hep sınıfta kaldım. O dostlarım ki bazen bir rafda sessiz sedasız beni bekleyen kitaplarım oldu. Yine öyle bir dönemdeyim. Tanışmayı kaynaşmayı bekleyen nice güzel eserim var fakat göynüm şu sıra yalnız ve yalnız içlerindeki şiir kitaplarına pas veriyor. Hasılı şu sıralar şiir okuyorum kâriler...
Tanıtmak istediğim ise Birhan Keskin'in Kim Bağışlayacak Beni isimli eseri.
Kim Bağışlayacak Beni, Birhan Keskin'in 6 şiir kitabının derlemesi (Delilirikler 1991, Bakarsan Üzgün Dönerim 1994, Cinayet Kışı 1996, Yirmi Lak Tablet 1999, Yeryüzü Halleri 2002). Bu bakımdan kıymetli harici okunacak 3 eseri kalıyor şairin sadece.

Bu bir kadının hüznüdür efendim; içinden atların, yağmurun ve bir kelebeğin geçtiği...Ve Ruth...Tutunulamayan zamanlardan gelen... 
Herkesin herşeyi anlamaması ne kadar güzel. Şiir sanırım bu yüzden kıymetli...

Birhan Hanımın da öylesi dizeleri var ki...canından çıkanın cana değesi halleri...
O dizeler ki kalem ile altlarını fosforla çizdiresi;

Bilmezsin sen, nasıl yorulup aldandığımı kendime,
atlarıma, onlara neler anlattığımı yol boyunca.(AT)

...


Sabahın karşısında konuşmak ne zor!

İncecik kül gibi kalıyorsun,
Dağ susmaya giden yolu biliyor
sen bilmiyorsun.(DAĞ)

...


Sorma bana, nedir karşılığı aşkın bir insanda

savaşın cinnetin kıyametin çağında.(GÜL)

...


Kendi sessizliğimi bir kenara koyup, onun bana dokunan sessizliğini kırmaya çalışırdım.(BEYAZ DELİK)                                                                                                                                                     


...


Ne kışa ne yaza uygun kalbim, çatlat aramızdaki donmuş dili,

yokluğunun sebebini anlatamadım kendime,
yokluğun ne vakittir karlı bir tepe gibi
içimde.(DERİN ZAMAN)

...


Zaman insafsızlık etmese

kederin oyduğu tarafımı sana getirsem
kalem beni tutmasa,anlatsam sana
siyah, simsiyah bir engerektir zaman 
ve kış neler eder insana.(ENSTRÜMANTAL)

...

                                                                                                                                                                   

AYRILIK
Kaç gecenin çölüdür bu ayrılık,
kaç şiirin dölüdür üstüme
örttüğün bu ince sessizlik.
Kalbim alış artık, kır
kendini kendi duvarında,
sesini kendi duvarına haykır.

Tesadüfen birbirine rastlamış

başka başka aşklarsınız siz artık,
geceyle gündüz gibi birbirine 
ayrışmış, o ki, rüzgar, bir zaman
senin çölünde kumlar uçurmuş,
o ki, gece ve esmer görmüyor
sahrayı, sesi içinde karışmış.

Her ayrılıkta kendine saplanan bir hançer

kendi sabrını deneyen taş, 
kendi uykusuzluğuna yatak oldun.
Kül koy şimdi yanına korunun,
seni kavuran onu da yakmasın.
aşkla besle kendini, gül yetiştir,
sardunya çoğalt.
Ki, sen aşktan ve ayrılıktan başka ne anlıyorsun.

...


Âh...


İZ

Acıyla, geçtiğim yoldan geçiyorsun
izlerime rastlıyorsun, bıraktıklarıma,
o yolda çekmiştim ruhumu paylatan fitili, orada
benden savrulan parçalar kurusa da 
izleri var hala, yolun kenarında.

İzini sür yolun, acının ormanı büyütür insanı

vakit geniştir, ufuk sandığından daha yakın.
Acıyla, geçtiğim yoldan geçiyorsun
ustası olacaksın içine gerdiğin tellerin
hangi sızıyla titrer içinde, hangi sesle
büyür bir aşk, hangi sesle ölür, bileceksin

... 


Sahi ne çok doğurduklarımız var

Ben doğurdum seni...
içimdeki kaynaktan, acı sudan...
ben doğurdum seni, bir hayal için...
ödünç bir bahardan.(YAPRAK)

...

Âh...
Uzakta solgun yüzlüm, hasreti sakinim
dağ gibi sever beni, dağ gibi suskunum
bu yüzden ben en çok dağlara baktım,

tamamlanamadım

tamamlanamadım.(DÜET/A)


...


Manidar:


öyle çok öldüm öyle çok doğdum, usulca ses ver,
beni inandır, dünyada bir yer bul ona. (MASUMİYET)

...


KIŞIN BANA YAPTIKLARI(3)
Seni şimdi bir yabancı gibi karşıma alıp
sanki senden bahsetmiyormuşum gibi yapıp
sanki benden bahsetmiyormuşum gibi
hatta bir aşktan bahsetmiyormuşum gibi
fırtınayı ve huzuru anlatacağım sana

Yılları ve yolları, limanları ve fırtınayı
ve aşkın belki hiç adı geçmeyen kuzeyini
aşkın bu kuzeyden nasıl düşürüldüğünü,
artık sonsuza dek yitirdiğimizi
büyünün bitişini,

hiç gerekmeyen yıllarda huzur,
çok gereken yıllarda da fırtına
nasıl yaşanır onu anlatacağım.

Seni bir yabancı gibi karşıma alıp
bunun dayanıklı bir şey olmadığını
sürekli kılınamadığını, çünkü aşkın
yapılan bir şey olmadığını,
başlangıçta bir melek konduğunu
sonunda bir kelebek öldüğünü,
yani kısacık sürdüğünü, oysa hayatın
bir korkular ve alışkanlıklar bütünü
olduğunu,
bütün bunları sana
 nasıl anlatacağım?

...

Kendime de kırıldım az çok
hayatımdan teğet geçen kadınlara
olduğu kadar,(YAZ FOTOĞRAFLARI)

...

En en sevdiklerimden;
İki elimi yüzüme sürüyorum ya
olsa olsa bundandır güzelliğim...

Sen güzel insansın
herkes biliyor bunu
yaralarımı alıp uzak şehirlere gidiyorsun

Utanma! ayıp değil ki bu
bak ben utanıyor muyum?
kanayana kadar dizlerim, misket oynarken
hem unutma herkes birilerinin yarasını taşır uzaklara(ARALIKLAR) 

...