14 Nisan 2013 Pazar

Teselliler Kitabı- Yusuf Özkan Özburun



Bir teselli lazımdı yüreğime…
Siz de insanlar tarafından teselli edilemeyenlerden misiniz yoksa?
Kimseyi aramışlığım yoktur ‘ben iyi değilim’ konuşalım diye. Nedenini düşünürüm zaman zaman. Çevremde o denli güzel insanlarım varken neden yardım istemem diye. Sanırım biliyorum nedenini; fakir gönlümü teselli edecek bir kelâm veya arkadaş nasamimi geliyor bana. Yapmacıktan teselli sözleri değmiyor bile içerime. Bu yapmacıklık kişilerden değil zira, sözlerin kifayetsizliğinden… bu sebeple ben tesellimi hep Yaradan’ın huzurunda aradım. Acıları, üzüntüleri daha gerçekçi bir şey ile teselli etmeliydi. İnsanlar, sözler ise kimi zaman acı kadar gerçek olmuyordu. Ama Yaratıcı ile irtibat kurduğunuzda öyle mi? O bütün sıkıntılardan daha gerçek.
Hasılı kelâm, yine bir fuar zamanı Timaş yayınevi standındaki satıcı arkadaşın önerisi üzerine edindiğim bir kitap Teselliler Kitabı. Yazarı Yusuf Özkan Özburun’u ise ilk defa okuyorum. Yalnız daha okuyacağa benziyorum. Sosyoloji-psikoloji üzerine uzmanlaşan Yusuf Özkan Özburun, deneme ve şiir üzerine 10’u aşkın esere sahip.
Teselliler Kitabı, çeşit çeşit insan sendromlarının nasıl teselli edilmesi gerektiğine dair bir deneme kitabı.
-Anlamsızlığın Tesellisi
-Yalnızlığın Tesellisi
-Hüznün Tesellisi
-Ölümün Tesellisi
-Ayrılığın, Çirkinliğin, İhtiyarlığın, Aşk Acısının … ve daha pek çok şeyin  Tesellisi mevcut kitapta.

Altı çizili satırlarıma gelince:
‘’Ancak yalınlaşanlar, yalanların farkına varabilir…’’diyor yazar. Üzerinizdeki yüklerden sıyrıldıkça yalanlar aşikar olur gönlünüze. Ve işte ancak o zaman özgürleşir insan. Yalınlaşmak dünyadaki yalanların bir bir farkına varmak aslında.

Tebessümüme sebep olan birkaç satır ise şöyle:
‘’…kendini mutlak yalnızlık içinde hissetmenin sebebi, varlığın özü olan melek hakikatini bilememek ve meleklere iman konusunda aşama kaydedememekle ilgilidir.(bu husus ince bir sır olarak sana emanet kalsın!’’(meleklere inanmak)

Daha ziyade kitabın son sahifeleri ilgimi çekiyor. Özellikle de İyi Çocuklar Yetiştirememenin Tesellisi… İşim olduğundan, sevdam olduğundan daha bir dikkatli okuyorum o sayfaları. Velilere iyi çocuk yetiştirmenin sırlarını verdikçe, içsel olarak acaba Allah bana da o şerefi layık görürse ‘ne yapacağım’ diye endişelenirim. Ebeveynlere tavsiye ettiğim öğretileri uygulayamamaktan korkarım. Ahir zamanda çocuk yetiştirme endişesi teselli edilesiymiş meğer. Seminerlerde anlattığım, yaşamımla harmanladığım öğretilerim yazar tarafından da onanmış.(Psikososyal analizci olması hasebiyle bu önemli)
Umarım siz de teselli olursunuz;
‘’…Bizim zannederiz onları, fani varlığımızın devamı gibi düşünürüz. Ne de çok yanılırız… biz onların elinde, yüzünde, yüreğinde devam edeceğiz diye avunur, hayata tutunuruz. Ah o çiçeği burnunda gülüşleri, ıtırlı dokunuşları, hayallerin koynunda bir çocuğa duyulan özlemlerin mayhoş sözleri… Bir tatlı meyvenin düşünde kıvılcımlanan aşk rüyaları… oysa hayal kurdukça kırılma ihtimali artar, kurulan kırılır, bu böyledir.
Yemez yedirir, giymez giydirir, uykusuz geceleri birbirine ekleriz. Çalışır çabalar, ömrümüzden sağlığımızdan, zevklerimizden isteklerimizden yırtar çocuklarımıza yamarız. Onları santim santim büyütür, el kadar bir et parçasından boylu boslu erkeklere, endamlı kızlara dönüştüren her türlü imkanı seferber ederiz. Onlar büyür, biz küçülürüz…
Bir de bakarız ki bambaşka insanlar olmuşlar, bizden farklı kişilikler, alışkanlıklar geliştirmişler. İstediğimiz, düşlediğimiz, karşımızda görmek istediğimiz tarzda olmamışlar…
Bizi beğenmeyen, adam yerine koymayan, hatta bazen en bayağı muameleyi layık gören, en ufak istekleri olmadığında acımasızca eleştiren, mutsuz, tatminsiz varlıklara dönüşmüşler… işte bu yıkımdır, tarifsiz bir iç kanamasıdır, dudağını ısıra ısıra kanatmanın ta kendisidir. Fakat soru şudur: Bizim istediğimiz, düşlediğimiz nasıl çocuklardı ki? Bunlar doğru istekler ve doğru düşler miydi? Hâla öyleler mi? Elma ağacına bakıp bakıp ayva düşleyen birinin düş kırıklığı, isteklerinin karşılıksız çekler gibi dönmesi normal değil midir?
Onları hangi yönde teşvik ettik, nereye sevk ettik? Bedenlerinin gelişimine, yedikleri yiyeceklerin kalori miktarına, boylarına, kilolarına, okul başarılarına, kariyerlerine, ev ve araba sahibi olmalarına özen gösterdiğimiz kadar terbiyeleri, bakış açılarını genişletmeleri, kalplerinin ve vicdanlarının gelişmesi, Rabbini tanıyan, ahreti gözeten, fedakarlığı bilen, zorluklara sabırla katlanabilen, nimetlere şükreden hakiki insanlar olmaları yönünde ne yaptık? Kimleri örnek gösterdik, kimleri imrenerek, gıpta ile bakmalarını sağladık?
‘Taklit edecek güzel örnekleri olmayanlar nadiren gelişebilirler.’ sözünün anlamını ne kadar düşündük?
Su kendi mecraına bırakılsa kendi doğal seyrinde akar, akmam demez…Anadolu köylüsünün irfanıyla söylersek, ‘Su akar, çatlağını bulur.’ Biz o yola kendi komplekslerimizden, kaprislerimizden, geçmişimizin noksanlarını telafi çabasından, bitimsiz hırslarımızdan barikatlar kurarız. Çocuklarımız kendi fıtrat seyirlerinde akacakken bu barikatlara çarpa çarpa yolunu izini kaybeder. Uygun ortamlar hazırlayarak, gereksiz müdahalelerden kaçınarak, çocuğun içindeki insanın gelişmesi için zemin hazırlasak, o tohum halindeki insan serpilip çıkacaktır…Fakat biz boş durmayız, bazen iyi niyetle, bazen kendi doğrularımızın itmesiyle sık sık müdahale ederiz, iyi bir örnek olarak güzeli temsil etmek yerine konuşarak, karışarak her şeyi karıştırırız. Örneğin, başarıyı sadece rakamlarda ve unvanlarda arayan ve değişik sebeplerle rekabetçi ve başarıya odaklanmış anne babalarsak, başarı uğrunda belki çocuğumuzun bütün iç ayarlarını bozarız. Belki sonuçta bizim istediğimizce başarılı da olabilirler ama yaralar içinde bir kişilik, yanlış alışkanlık ve takıntılar, problemli bir iç dünya miras kalmış olabilir… Yapılması gerekense ortam hazırlamak, yön göstermek, telkin değil tebliğ idi, toprağın cinsine ve özelliklerine uygun tohum ekmekti. İçimizdeki kötücül duygu ve düşünceler bir aynada akseder gibi çoğu kere onlarda tecelli eder, lakin bilemeyiz bir türlü.
Teselliler tesellisi bir yaşayışın sahibi, görünen görünmeyen yaralarımızın eczacısı Hazreti Peygamber’in, yanında yetişen Hazreti Ali ve Enes gibi çocuklara tamamen iyi örnek olmanın dışında, neredeyse ‘Bunu niye böyle yaptın’ bile dememiş olması hayrete ve dikkate şayandır. Güzel örneklik, önce kendinde temsil etme, bir şeyi suni bir şekilde dayatmak yerine halinle gösterme, hesaplı davranmak yerine samimi ve doğal davranma(ilahi ölçülerin ince ayarlarına uygun olarak) hususunda zafiyet ve noksanlık arttıkça, didikleme, örseleme ve müdahalecilik artıyor diye hissediyorum…
Çocuk eğitimi diye bir şey yoktur aslında. Sadece nefsimizin terbiyesi vardır. Onlar bize kendimizi arıtmayı, sabrı kararı, ilmi irfanı, fedakarlığı, hayatın sözsüz bilgeliğini edinelim, daha çok insan olalım diye birer vesile olarak verilmiştir. Onlarda gördüğümüz kötü huylar, hayal kırıklıklarımız ceylanı kovalayarak çevikleştiren bir çıtanın işlevi gibi vazife görür, daha doğrusu görmelidir. Bizlere çocuklarımız yönünden gelen her atak, her yıkım bir tür gelişim ve değişim çağrısıdır. Dönemlere göre bu saldırı ve açmazların türü değişir ki biz de kendimizi yenileyelim, yeni donanımlar edinelim, güncellenerek değişebilelim…İlk bebeklik hallerinin atakları başka, çocukluğun başka, gençliğin başka, yetişkinliğinse bambaşkadır.
Bir karikatür hatırlarım ki üstünde durulmaya değer: İlk karede bir adam elinde çekiç ve spatula, önüne oturmuş bir çocuğun kafasına şekil vermektedir ve şekil dörtgendir. İkinci karede, adamın kafası görünür ve o kafa da dörtgendir…
Süreç tersine işlemeli değil midir? Kendimizi şekillendirmemizin bir yolu olarak çocuklarımızn terbiyesi ile meşgul olmak. Eskiden kullanılan ‘talim’ ve ‘terbiye’ kelimelerinin anlam derinliği nerede, ‘eğitim’ sözcüğünün eğ’meyi ve itme’yi çağrıştıran iticiliği nerede? Talim, yani ilim üzere pratikler yapmak. Terbiye, yani tüm kâinattaki düzene uygun hale gelip Rabbi tanıma süreci… Uzun lafın kısası, önceleri çocuk eğitimine dair üç adet teorim vardı, şimdi ise ne çocuğum ne de teorim var. J
Hem ‘âlimden zalim, zalimden âlim çıkabilir’ denmesi boşuna mıdır? İnsan konusunda hiçbir matematiğin tam anlamıyla tutmayacağı malum değil midir? Sen ince fikirlisin diye çocuğun da ince fikirli olacak, sen çalışkansın diye çocuğun da çalışkan olacak, sen dikkatlisin diye o da dikkatli olacak, sen başarılısın diye o da başarılı olacak, sen belli konularda hassassız diye o da hassas olacak sen bilmem şu görüştesin diye o da mütedeyyin olacak diye sabit bir kaide mi var? Bu meselede iki kere ikinin      hiçbir zaman dört etmediğini bilmiyor musun? Bunu sana tufanın azgın dalgalarında öz oğlunu çok uğraştığı halde kurtaramayan Hazreti Nuh öğretmedi mi? Tüm pedagoji kurallarına riayet edersin, tüm insani vazifelerini hakkıyla yerine getirirsin, gerektiğinde çok güzel örnek olursun, yediği lokmadan içtiği suya kadar her şeye ince ayar dikkat edersin ama yine sonuç bambaşka olabilir, çünkü bir zorunluluk ve kesinlik yoktur. Sebeplerin sonuçları kesinkes doğurmadığının en bariz delili çocuk yetiştirmektir… Senin vazifen çocuk ezanına anne babalık ibadetiyle icabet etmek, üstüne düşenleri yapmak ama sonucuna karışmamaktır, sonuç odaklılık hüsranın en büyük sebeplerinden biridir…
Ne ki çocuklarımızı sahipleniriz, çoğu kez onların efendileri olduğumuz sanısına kapılırız da üzerlerinde tam anlamıyla tasarrufta bulunacağımızı, onları bir heykeltıraşın çamuru şekillendirdiği gibi kıvama sokacağımızı zannederiz. İşte yıkımın kökü burada başlar… onlar sahibi olduğumuz tarlalar değildir, olsa olsa sadece emanetçi çiftçileriz…
Çiftçi haddini bilir: Onun vazifesi mevsiminde tarlayı iyice sürmek, tarlanın toprak yapısına uygun ahsulün tohumunu saçmaktır. Mahsulü zararlı haşerelerden korumak(tabi her haşereyi zararlı sanmamakJ), vakit vakit sulamaya ve gübrelemeye dikkat etmektir. Fakat sonuçta mahsul bitmezse ya da yeterli miktarda olmazsa bu çiftçinin alanına girmez. O vazifesini yapmıştır.
Çiftçi yine bilir ki her tohum aynı zamanda çatlamaz. Atılan her tohum aynı zaman diliminde yeşerecek, boy verecek diye bir şey söz konusu değil… Her tohumun, her çekirdeğin yapısı konulduğu toprağın cinsine de bağlı olarak farklı bir gelişim seyri gösterir, tabiatı farklıdır…Meşhurdur, Çin diyarında bir bambu türünden bahsedilir…Bu bambunun çekirdeğini diken çiftçi tam beş yıl boyunca çekirdeği sular, hiçbir kımıltı yoktur ama o sulamaya devam eder. Sonunda o çekirdek yaklaşık bir haftada yirmi yedi metre boy atar, muhteşem bir ağaca dönüşür…
Bir çiftçiyiz unutmamalı!

Bunların harici kitapta bir de Aşk Acısının Tesellisi başlıklı yazı dikkatimi çekti. Onu okumak ise kitabı edinenlere nasip olsun.
Eğer gerçekçil sonuçlara dayandırılmış sözler sizi teselli ediyorsa; Teselliler Kitabı’nı edinebilirsiniz, muhterem kâriler…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder