3 Ocak 2013 Perşembe

Doğudan Uzakta-Amin Maalouf



Doğudan uzakta…
YKY dan çıkan Amin Maalouf’un son romanı…
Amin Maalouf bilindiği üzere Lübnan asıllı Fransız vatandaşı bir yazar… Bir çok kitabında doğu kültüründen esameler görürsünüz. Bedeni Fransada olsada aklının bir köşelerinde hep doğu seyreder….
Doğudan Uzakta da aynen bu tezin devamında gelişen bir eser…

Kitabın çeivirisi Ali Berktay’a ait. Çeviri kitaplarda hissedilen o budanmışlık duygusu Doğudan Uzak’tada da mevcut maalesef.

Doğudan Uzakta tam bir araf haliliğin kitabı. Arafta olmanın acziyetini bu fakir okurken oldukça hissetti.
Savaştan dolayı memleketlerini terk eden,terk etmeyen-terkedemeyen insanların hikayelerini anlatıyor roman.
İçimde bir yerlere dokunuyor bu konu…
Gitmek ve gidememek işte tüm mesele buydu zannediyorum…
Tüm geri kalmış ülkelerin gençlerinin yaşadığı o çetrefilli halet-i ruhiye…
Oktay Sinanoğlu'nun hayatını okurken kızmıştım kendisine, çünkü küçüktüm. Nasıl gider demiştim. Gitmemeliler vatana millete hizmet etmeliler diye iç geçirmiştim. Ozamanlar üniversite hayatını bile bilmiyorum oysa...
Sonra gitmek istiyorum. Bir dakika bile durmadan bu memleketten…öyle bilenmişim… bu iki zıt düşünce arasında sadece 4 sene var… evet bu topraklarda savaş yok(çok şükür) ancak olan durumlar ,baskılar, şartlar gençleri bu hale getiriyor…
Kıymetinizi burada bilen olmayacak okadar emin oluyorsunuz bundan.
Sonra kıymetinizi bileceğini söyleyen bir yurt dışı bursu kazanıyorsunuz. Bu seferde gidemiyorsunuz…
Bir yandan buraları bir ömür terk edemeyeceğiniz gerçeği, sevgisi…
Böyle bir yaman çelişki bu memleketin gençliği…

Aynı şey roman kahramanları üzerinde seyrediyor. Gidene kızılamıyor ;kendi cephesinden haklı. Kalana da kirlendiği için kızamıyorsunuz. Kirlenmeden, bozulmadan bir kesime yandaşlık yapmadan ülkenizde tutunma şansınız kalmıyor.Hele ki savaş ortamında. Böyle hikayelerde gezinirken kendi gidişleriniz, gelişlerinize uzanıyorsunuz…
…Derken kitap devam ediyor :) ve şöyle dile geliyor :
Önce ülken sana karşı belli taahhütleri yerine getirecek. Orada tüm haklara sahip bir yurttaş olarak görüleceksin,baskıya,ayrımcılığa, hak etmediğin mahrumiyetlere maruz kalmayacaksın. Ülken ve yöneticileri sana bunları sağlamak zorunda, yoksa sende onlara hiçbir şey borçlu olmazsın. Ne toprağa bağlılık, ne bayrağa saygı. Başın dik yaşayabildiğin ülkeye her şeyini verirsin, her şeyi hatta hayatını bile feda edersin; ama başın yerde yaşamak zorunda kaldığın ülkeye hiçbir şey vermezsin. İster doğduğun ülke,ister seni kabul eden ülke söz konusu olsun. Yüce gönüllülük yüce gönüllülüğü, umursamazlık umursamazlığı ve aşağılama da aşağılamayı doğurur. Özgür varlıkların anayasası böyledir ve ben de başka bir anayasa tanımıyorum.

Yaklaştığı pencereler bir çok noktada objektif yazarın ancak doğuya bakışıyla fakirinki örtüşmediği için sürekli hemfikir kalamıyoruz. Çünkü vicdanlarımız farklı.Ayrılığımızın sebebi ise ben doğuya Müslüman olarak bakarken yazar dinsizlik ile Hristiyanlık arası bir pencereden bakıyor.
Ve bakışındaki hali(tarafı değil) çok beğendiğim şu sözlerle resmetmeye çalışıyor :
Gözlerini sahte bir dehşet ifadesiyle açıp, ‘’Yoksa beni yargılıyor musunuz?’’diyen insanlara çok kızarım. Tabii ki yargılıyorum sizi, hemde durmadan yargılıyorum. Vicdanı olan her varlık yargılama yükümlülüğüne sahiptir. Ama benim verdiğim hükümler ‘sanıkların’ varoluşunu etkilemiyor.Takdir ediyorum veya takdirimi geri çekiyorum, nezaket ayarı yapıyorum, ek kanıtlar ortaya çıkıncaya kadar dostluğumu askıya alıyorum, uzaklaşıyorum, yakınlaşıyorum, yüz çeviriyorum, cezayı tecil ediyorum, her şeyin üstünden sünger geçiyorum- veya öyleymiş gibi yapıyorum. Muhataplarımın çoğu bunların farkına bile varmıyorlar.Hepimizin hepimize yaptığı o muhasabeyi ne güzel dile getirmiş Amin Maalouf.

Kitabı beğendim desem diyemiyorum, beğenmedim desem değil… bu hal üzere devam ediyorum…

Doğudan Uzakta kitabı başlarda bana o denli doğudan gerçekten uzak gibi geldi ki, bir utancımı sizlerle paylaşmak isterim muhterem kârilerim. Karakterlerden tutunda yaşananların bir çoğunu bildiğim, gördüğüm doğuya yakıştıramadığım için romandaki baş kahramanın adı olan Adam’i (İngilizce'deki) Edım telaffuzunda okudum.(kitabın ortalarına dek) Meğer bizim Adem imiş ismi :) bunda kendi payım kadar yazarında payının olduğunu düşünmekte haksız mıyım efendim ?

Emin olamadığım nokta ise kitabın baş kahramanı yani Adam; yazar mı? Yoksa yazarın Adam'den kastı doğu kökenli Avrupalıların geldiği hal mi ?(Bunu hakikaten merak ediyorum.)
Yazar’ın baş kahramanının doğuya bakarken artık  doğu asıllı değil de Avrupalı bir zihniyete sahip olduğu kanaatine varabiliyorsunuz. Bu nedenle de romanın kahramanlarından biri olan Nidal, Adam'e şu muhteşem tespiti kanıt olarak sunuyor:
Batı’da bizden kaynaklanan her şeye düşmanca bakıldığını görmek istemiyorsun. Alkol bağımlılığının tolumsal bir musibet olduğu konusunda herkes fikir birliği içerisinde,ama İslam alkolü kınadığı anda içki hemen bireysel özgürlük simgesi konumuna yükseltiliyor. Senin gibi insanlar için bile böyle.
Ve bu cevap Adam’i  Bu kadar uzun zamandır Fransa’da yaşayan bir Hristiyan Arap olarak ben hangi taraftanım? İslam'ın mı yanındayım, Batı’nın mı?’’  sorgusuna vardırıyor.

Amin Maalouf kitabın bir çok yerinde fakiri durup,düşünmeye, yorumlamaya sevk etti. Bu sebeple kitaptan istifade etmedim desem hakka girmiş olurum. Roman oldukça akıcı bir  üsluba sahip olmasının yanında mesajlar öyle  ince ince yerlerde gizliydi ki.. Okuyucunun gözüne sokmak istememiş adeta yazar…

Mesela tek bir cümle ile beni tefekküre daldıran işte o satır  muhterem kâriler :
Toplum yasaları yerçekimi yasalarına benzemez,insan genellikle aşağı değil yukarı doğru düşer. Heyhat! her okuyuşumda başka başka manalara gömülüyorum sanki… Toplumda yükselmeye başladığın ana dikkat et diyor romanındaki kahramana yazar… hitap ettiği kişi ise bir devlet bakanı!

(Bir dip not şeklinde belirtmeliyim ki : Yine yazarın tespitinin doğruluğuna kâni olduğum bir mevzu daha var . Evlilik öncesi ve sonrasında bireylerin değişiminden bahsetmiş bir yerde. Ve bu değişimin erkeklerde çok daha belirgin olduğunu ispatlamış adeta…)(ayrıntıları için kitabı okuyabilirsiniz)

Çok dinli bir roman Doğudan Uzakta; Yahudisi,Hristiyanı,dinsizi,Müslümanı,kesişi…aynı o coğrafyanın mozaiği gibi. Vermek istediği mesaj da çok net yazarın ; biz birbirimizle hoşgörülerimiz sayesinde yaşayabilen insanlardık…Batının yapamadığını yapabilen insanlardık, bir zamanlar. Evet bugün onlar bu mirası bizden alıp uygulayıp demokrat, özgür insanlar olurken bizler bağnaz,birbirini öteleyen insanlar olduk.
 

Ne kadar doğuda yaşayan, o kültürü bilen insanlar da olsalar gayri Müslimlerin Müslümanları doğru anlayabilme ihtimali yok zan ediyorum. Eğer doğru anlasalardı; doğru çemberine müdahil olurlardı öyle değil mi? Kitabı okurken yazarla doğu ve batı olarak ayrıldığımız nokta kahramanlarından birinin Müslümanlığa bakış noktası. Kadınların elini sıkmayan birini, hastalık derecesinde muhafazakar,Kızıl Kemerden daha radikal ve bir talibandan daha gerici olarak tanımlıyor. Ve sükut-u hayale uğruyorum… zihnindeki bu görüntüden ötürü..
Söylemde ve davranışta ise hepimizin olması gerektiği konumda ve nezaketde ; ‘’ne dediği anlaşılıyorsa,başkalarının da konuşmasına izin verebiliyorsa, ben onu dinlemek, sonra da yanıtlamak isterim.’’ O biraz önce kadınların elini tutmayan kişiye karşı davranışı bu şekilde. Şu zamanda bir çok insanın dahi yapamadığı şekilde…


Ve yine ayrıldığımız bir nokta mevcut kitapta. Kesiş olma kararı alan arkadaşına kırgınlığını şu sözlerle ifade ediyor Ramiz : ‘’ bana diyorlar ki, onu affet çünkü bunu inancından ötürü yaptı. Bir insana Tanrı’ya yaklaşabilmek için en yakın,en samimi arkadaşlarını terk etmesini bildiren bu inanç da neyin nesiymiş böyle? Yani Tanrı orada,dağda var da ,şantiyelere,ofislere uğramıyor mu? İnsan Tanrı’ya inanıyorsa,onun her yerde olduğuna iman etmek zorundadır.’’  Bu sözleri söyleyen Ramiz ise Müslüman…diyebilirsiniz ki evet Allah heryerde değil mi neden kızıyorsun. Amenna ve saddakna elbette ki Allah celle şanuhu her yerdedir . Ancak yine O Allah’a ulaşmak dilersen; değil en yakın en samimi arkadaştan, anadan babadan,evlattan dahi geçmeden varılamıyor o sevgiliye… ve Tanrı elbette şantiyede,ofiste  fakat en fazla ; dağa onun için çıkmış kulunun gönlünde… bakınız büyük Allah dostlarının hayatlarına onları büyük kılan uzlet hallerinde edindikleridir. Uzlet insana gereklidir. Ve uzlette Allah ile daha çok beraber olur insanoğlu…zira bu yalnız fakirin kanaati değil buyurun Kef suresi 16. Ayeti şöyle : ‘’Onları ve tapmakta olduklarını terk ediniz.”  Onları terk ettiğimiz zaman riyayı terk ederiz. ‘Desinler’i ter ederiz. Bu da Allah’a yaklaşmada nefsin hastalıklarının birinin tedavisi olur. Ki bu sebepledir sanıyorum namazda insanlar arasındaysak secdede 3 defa subhane rabbiyel âlâ derken yalnız başımıza kıldığımızda tavsiye edilen 7 ila 11 e çıkıyor. Sebebi ; riya dan sakınma…
Hasılı dilerdim ki Müslüman olan Ramiz böyle bir cümle kullanmasın…

Adam, kesiş olan arkadaşına neden kesişlik diye sorduğunda bugün ki mü’min Müslümanların cevaplarını aratmayacak denli ince bir cevap takılı kalıyor dimağıma :
Benim içimde değişen dinsel inançlarım değil, onlardan çıkardığım sonuçlar oldu. Bana çocukluğumdan beri ‘hiç çalmayacaksın’ diye öğretmişlerdi ve gerçekten de hiçbir şey aşırmadım, elimi kasaya atmadım,faturalarımda hiç hile yapmadım, bana ait olmayan bir şeyi sahiplenmedim. Kağıt üzerinde vicdanım rahat edebilirdi. Ama Tanrı buyruğunu bu kadar asgari düzeyde ele almak bana bugün saçma ve alçakça geliyor. Yani Tanrı’yı hoşnut etmenin takvadan geçtiğini belirtiyor bir nevi…Herkesin inancı kendisine benziyor…

Ve bir diğer rahatsız olduğum nokta; kendilerinin içtiği şaraba, sufilerin içkisi olan şarap dediğinde, bu mecazi bilip bilmediğine dair şüpheye düştüm. Ve hala da doğru bildiği konusunda emin değilim…

Ayrıca o coğrafyayı bilen bir insan olarak Filistin-İsrail durumuna da bakışı da oldukça objektif yazarın…salt siyasi perspektif kullanmıyor Amin Maalouf, psikolojik ve sosyolojik açıları da gösteriyor. Arap- Yahudi ilişkilerindeki anlatımda bunu görebilirsiniz.
  
Tüm bunlardan mütevellit kitabın derin bir entellektüelite taşımadığı zannedilmesin acizane yorumlarımdan.  Keza öyle bir kör nokta tasviri var ki yazarın sanırım bu fakirin doğuya bakışının bir yerlerinde kör nokta var diye  geçiriyorum aklımdan. Her çağın kendi kör noktaları vardır diyor yazar. Gerçekliğin göremediğimiz yönleri var ve kaçınılmaz bir şekilde birkaç yıl içinde her birimiz şöyle diyeceğiz ‘ ben bunu nasıl göremedim’ bende sizden kendinizi geleceğe taşımanızı ve bugün görülmesi çok güç olsa da otuz yıl içinde en basit gerçeklerden biri haline gelecek bir ‘kör nokta’dan söz etmenizi istiyorum diyor.

Kitap tanıtımımı kitabın son sahifelerindeki fakire göre en anlamlı cümle ile tamamlayayım muhterem kârilerim, şöyle diyor yazar :
Aşktan söz etmek ne kadar soylu bir işse,  aşklarını anlatmak da o ölçüde bayağılıktır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder